Şair, toplumsal olaylar karşısında kutsal bir huzursuzluk içinde olandır. Bu huzursuzluğun sınırları onun sahip olduğu ve zihinsel dünyasına kattığı değerler oranında genişler. Bunu da en güçlü olduğu yerden ‘dil’ ile yapar. Dil, şairin sadece edebi değil politik aynasıdır da bir bakıma. Bu politik aynada kendi özünde erirken yeni bir ‘ben’ olarak doğurur kendini. Dilin ve ruhun özgürlüğünde dünyanın dört bir yanına seslenir dil evinden. Böylelikle şiir, şairin ona yüklediği evrensel boyuttaki sosyal görevini yapmak üzere biletsiz, pasaportsuz, kimliksiz olarak dünyanın dört bir yanından yola çıkar. Çıkar çıkmasına da onu bu çetin yolculuğunda bekleyen engeller, kavgalar, saldırılar da olacaktır.
“Platon’un şairi siteden kovması siyasi değil de nedir? Şair yalan söyleyerek site halkını kandırır diyor Platon. Aslında şairin kent devletinin totaliter düzenini halkı uyararak bozabileceğinden korkuyor. Demokrasiden yani…” Şiir ve Yorum[1] adlı kitabında bunları söylüyor edebiyatımızın sivri kalemlerinden Abdullah Şevki. Devlet, kendi ideolojisi ve işlevi doğrultusunda çeşitli araçlar kullanarak topluma yön vermek, toplumu şekillendirmek ve yönetmek ister. Bütün sanat dallarının omurgası ve bir dil siyaseti de olan şiir, özgür kimliğini kullanarak toplumsal yaşamı etkilemek, emperyalizmi öteleyip insanları özgür düşünceyle buluşturmak ister. Yani, devrimci atılımlar yapabileceği bir dünya düşler. İşte tam da bu noktada karşı karşıya gelir şiir ve siyaset. Şair ve devlet için kavga artık kaçınılmazdır. Ta ki şair o büyük sözü söyleyene, o büyük şiiri yazana dek.
1974 Kıbrıs savaşında her iki tarafın da yaşadığı acı ve gözyaşlarına tanıklık eden, bu acıyı ve öfkeyi sık sık şiirlerine de yansıtan Kıbrıslı şair Neşe Yaşın için savaş çocuğu olmak “içinin penceresinin hep kırık” olması anlamına gelir. Savaşın derin izlerinin sıkça görüldüğü şiirlerini savaşın en çok vurduğu yer olan ‘çocuk ve kadın’ bakış açısıyla kaleme alır. Barış onun için yaşanacak en büyük aşk, yazılacak en büyük şiirdir:
Şiir o büyük sözü söyleyince
bütün silahlar birden susacak
ölmüşlerin hep bir ağızdan söylediği
tarihten çıkıp gelen kalabalığın
akan kanın ve acıların çığlığı olan söz
Şiir söyleyince o büyük sözü
ya kurşuna dizilecek bütün şairler
ya da barış inecek toprağa[2]
“Ne tür bir yönetim tarzı yaşanırsa yaşansın iktidarlar şairlerden hep korkmuştur. Hem onların yaratıcılığı, söz ustalığı ve bilgeliğinden yararlanmak isterler, hem de dümen suyuna gitmeyenlerin boynunu vurdurur, idam eder, sürgüne yollarlar. Devletin, iktidarların maddi manevi otoritesi biz şairlere yeniyi isteme, yeniyi kurma açısından uyarıcı olmamıştır. Bu yüzden iktidarlar ulaşamadığı ‘şey’e hep tehlikeli olarak bakmıştır.” der Günseli İnal bir yazısında.[3]Şiirimizde kadın rüzgârında yol alırken şair kadınlarımızın edebiyatımızın hangi dönemlerinde devletle karşı karşıya geldiklerini, devletle yaşadıkları çatışmanın, engellerin ve kırgınlıkların şiirlerine ne denli yansıdığının izlerini sürelim.
Bilindiği gibi Divan edebiyatı kadının edilgen olduğu erkek egemen bir edebiyattır. Divan şiirinde dişil bir dil yerine eril bir dil kullanan kadın şairlerin varlığına ancak XV. yüzyılda rastlıyoruz. Büyük çoğunluğunun babası, kocası veya erkek kardeşi devletin ileri gelenlerinden olan kadın şairler yine onların teşvik ve himayesinde varlık göstermeye çalışmışlardır. Erkek şairler kadınlara şiirler yazmışlar ancak kadın şairler erkeklere şiir yazmaya kalktığında küçümsenmiş, alay konusu olmuştur. Bu noktada divan edebiyatı kadın şairlerinin eserlerinde, bırakın devleti, kendi (kadın) dilini bile kullanamadıklarını görürüz. Hatta haremde, padişahın meclisinde erkeğe hizmet eden, güzelleri öven şiirler yazdıklarını bile görüyoruz. Şehzade II. Bayezid’in edebî muhitinde yetişen en çok redd-i matla gazel yazmalarıyla dikkat çeken Mihrî Hatun, Sultan Süleyman’ın özel meclisinde (hareminde) hizmet eden amber kokulu kadınların güzelliğini ve naz ile hizmet edişlerini hayranlıkla anlatır:
Ol Süleymân-ı zamânun meclis-i hâsında hoş
Zülfi anber hûb-rûlar hıdmet ider nâz ile
Yine Divan Edebiyatı kadın şairlerinden İstanbul’da doğan Fehime Nüzhet Hanım (1883-1925) Hacı Davud Han sülalesinden ve Sultan Abdülaziz dönemi paşalarından olan Hakkı Paşa’nın kızı ve Servet-i Fünûn şairlerinden Celâl Sahir Erozan’ın annesidir. İstibdat yönetimi sürecinde aydın kadınları toplamış onlara önderlik ederek bu yönetimin yıkılması için çalışmıştır. Osmanlı kadın şairlerinin neredeyse tümünde de görüldüğü gibi bırakın devleti yerip başkaldırıyı tam tersi dönemin padişahına övgü ve minnet şiirleri yazdıklarını görürüz. Fehime Nüzhet Hanımın bir tercii-i bend örneğinde dönemin padişahına “Padişahım, Tanrım senin bahtını arttırsın, bize gayretinin büyüklüğü her zaman koruyucu olsun” diye seslenir:
Pâdişâhım Rabbim efzûn etsin ömr-i devletin
Sâye-sâz olsun bize her-dem ulüvv-i himmetin[4]
Osmanlı döneminde erkek şairler devlete ya da devleti temsil eden zatlara ancak ‘hiciv’ sanatı yoluyla eleştiri getirebilmekteydi. İroni ve eleştiriler ortaya koyan, gülerken düşündüren hiciv, adabın ve edebi ahlâkın sınırlarını zorlayan birçok şairin başını devletle belaya sokmuştur Divan edebiyatı kadın şairlerinde ise hicve nerdeyse hiç rastlanmaz. Dilini susturamayan, devleti eleştirip yeren birçok erkek şairin boynu vurulmuş, asılmış veya sürgüne gönderilmiştir. Sanatını en üst perdeden zekice kurgulayıp hicveden Divan şairlerinin en özgür ruhlularından biri olan Şair Nefî’nin sonu hazin bir ölümle bitse de Osmanlı Devleti içinde yaşanan çok başlılığı, siyasi ve toplumsal yıkımı, cesurca, dilini sakınmadan, en üst perdeden hicvederek eleştirir ünlü eseri Siham-ı Kaza’nın (Kaza Okları) Hârname’sinde:
Ne güne kaldi meded Devlet-i Al-i Osman
Hey yazuk hey ne musibet bu ne matem a köpek
Ne ihanetdûr o sadra bu zamanda ki anun
Olmaya sahibi bir Asaf-ı kerem a köpek
İstanbul doğumlu Şeyhülislam Âşir Efendi soyundan müderris Nebil Bey’in kızı olan Şeref Hanım (1809-1858) sıkıntılarla dolu bir hayat sürmüştür. Bunu Sultan II. Mahmût’a yazdığı şiirlerinden anlıyoruz. Bir süre sonra iki yüz kuruşluk bir maaş bağlansa da bunun kim tarafından bağlandığının adı geçmez şiirlerinde. Ancak yoğun maddi sıkıntısına rağmen yardım beklediği halde yardım alamadığı ‘büyüklerim’ diye seslendiği devlete (Saray’a) kızgınlığını ve de kırgınlığını “Şeref, şuur nakdini harcama, şairlere tahmis, gazel, metih ve övgü boşunadır, şimdiden sonra büyüklere tarih ve kaside söylersem, tanrı yanında alçağım” diyerek belli eder. Bu, bireysel çıkışlı da olsa Saray’a bir başkaldırıdır:
Sarf etme Şeref nâfiledir nakd-i şu’ûru
Tahmîs ü gazel medh ü sitâyiş şu’arâya
Nâ-merd olayım söyler isem ind-i Hudâ’da
Şimden gerü târîh-ü kasâ’id küberâya[5]
Divan kadın şairleri arasında 16. yüzyılda yaşamış olan Nisâyi’nin devlete karşı sert ve eleştirel bir dille sözünü sakınmadan murabba formunda yazdığı mersiyesi ise oldukça dikkat çekicidir. Nisâyi, bu mersiyesinde Şehzade Mustafa’nın Hürrem Sultan’ın kışkırtması sonucunda babası Sultan Süleyman tarafından boğdurtulması karşısında çektiği acıyı ve duyduğu büyük öfkeyi bir kadın olarak korkmadan, çekinmeden, sert ve umursamaz bir üslûpla anlatır şiirinde. Bu Hürrem Sultan’ın kışkırtmalarına kanıp Osmanlı’nın gelecekteki teminatı ve en gözde şehzadesi konumunda olan Şehzade Mustafa’yı ölüme gönderen Sultan Süleyman’a duyulan kızgınlıktır. Öyle ki Hürrem Sultan’a ‘Rus Cadısı’ diyecek kadar öfkeli ve bir o kadar da cesur bir dil kullanır Nisâyi:
Bir Urus câdûsunun sözin kulağına koyup
Mekrür ü âle aldanuban ol acûzeye uyup
Bag-ı ömrün hâsılı o serv-i âzâda kıyıp
Bî-terahhum şâh-ı âlem n’itdi Sultan Mustafâ
Açlık, yoksulluk ve acılar içinde geçen zorlu yaşam koşullarına rağmen özgün şiir bayrağını özgürce dalgalandırarak direniş ve mücadele odağında ekmeğini dikiş dikerek kazanan, iğnesi ve şiirleriyle hayata tutunan Nezihe Yaşar, şiirlerinde kendisinin de gelmiş olduğu alt tabakanın çektiği geçim sıkıntısını ve yaşadığı sorunları şiirine ustaca taşımış, yöneticilerin duyarsızlığını ve kayıtsızlığını sorgulamıştır.Cumhuriyet dönemi kadın şairleri devletin kendilerine yüklediği ‘devlet sözcülüğü ve muallimelik’ görevini şiirlerinde sıkça ifa ederken Nezihe Yaşar Sosyalist Gerçekçi çizgide, sınıf bilinciyle çözüme yürür. ‘1 Mayıs İşçi ve Grev şiirleri’ yazmış, evi aranmış ve sık sık gözaltına alınmıştır. Yaşadığı yoksul ve çilekeş hayatından dolayı hiç de utanmadığını, utanması gerekenlerin ise kimler olduğuna “Utansın” adlı şiirinden işaret eder:
Çiğnenmedeyim cuyuş-i gamla / Bu halime hakdan utansın
Oldumsa zelil teessüf etmem / Zillete koyan zaman utansın
Feryadım ederse halkı bizar / Bundan bana ne cihan utansın
Şu haline bak utan diyorlar / Ol afet-i bi-aman utansın
Çeşmimden akan sirişk-i ale / Baksın da sebep olan utansın[6]
“Cumhuriyet’in 1923-1940 yılları arasındaki ilk döneminde Devlet, devrimci bir süreç içinde olduğu sanısındaydı. Devrim sanısı içindeki Devlet’le, Devlet’in devrimci niteliğini olduğu kadarıyla üstlenen yazarın karşılıklı güven ve ilişkisi olarak özetleyebiliriz bu çağı. Kurtuluş Savaşı zaferi, yeni devletin kuruluşu, Türkçülük, milliyetçilik, Türkçecilik… bağlıyordu Devlet’le yazarı. Dikkatini düzenin feodal niteliğinden kaçırarak, daha çok siyasal kabukta ve Cumhuriyet gömleğinde toplayan yazar, Devlet’le bir çeşit uzlaşma içindeydi.”[7]
Şiir yazmaya mütareke yıllarında başlayan Cumhuriyet döneminin öne çıkan kadın şairlerden biri olan Halide Nusret Zorlutuna ise şiirlerini milli edebiyat akımı etkisinde yazmıştır. Devleti eleştirmek bir yana, büyük emeklerle kurulmuş olan yeni Cumhuriyetin yılmaz bekçisi, devletin sözcüsü, örnek kadını, önder bir öğretmenidir adeta. Yurt, vatan, bayrak sevgisi şiirlerinin vazgeçilmez izlekleridir. Çocuklarına ithafen yazmış olduğu “Ninni” adlı şiirinde kendi çocukları başta olmak üzere tüm çocuklara, adeta bir ninni gibi küçük yaşta belleklere girecek olan vatan, millet, bayrak, Allah, Cumhuriyet ve Atatürk sevgisini aşılamak gerektiğini söyler:
Damarında, Türk’ün güneşli kanı,
Yüreğinde yaşat büyük atanı;
Her gün biraz daha yükselt vatanı,
Vazifeni başar, çocuğum ninni! [8]
Kadınların İkinci Meşrutiyetten bu yana sürdürdükleri ‘kadın hareketi’ Cumhuriyet döneminde daha da hızlanmıştır. Osmanlı döneminin yüksek siyasal bilince sahip kadınları bir araya gelerek Cumhuriyet döneminin ilk siyasi partisi olan Kadınlar Halk Fırkasını 16 Haziran 1923 de kursalar da parti tüzüğünün çok sert olması gerekçesiyle fırkaya resmi izin verilmemiştir. Başlarında Nezihe Muhiddin’in de olduğu parti yöneticileri parti tüzüğünü daha ılımlı hale getirerek 7 Şubat 1924’de Türk Kadınlar Birliği adında bir dernek kurdular. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları başta ‘kadına oy hakkı verilmesi’ olmak üzere kadın haklarıyla ilgili birçok alanda hükümete baskı yapıp taleplerini dile getirdiler. Ancak TKB’nin talepleri hükümet tarafından geri çevrilir ve ‘kadına oy hakkının verilmesi’ konusu aşırı ve kabul edilmez bulunur. Çünkü hükümet için ‘kadının’ seçme seçilme hakkına kavuşması yani siyasette yer alması olası değildir. Onun öncelikli görevi ev kadınlığı ve anneliktir, ayrıca eğitimli Türk kadınlarının köylere gidip bir ‘muallim’ gibi köylü kadınlarını aydınlatmaları, onları eğitmeleri gerekmektedir. TKB kadınların seçme, seçilme hakkının olmadığı ilk seçimlerde inadına Nezihe Muhiddin’i aday gösterse de bu girişimler reddedilmiş hatta alaya alınmıştır. Kadınların temel görevlerini bırakıp siyasetle uğraşmalarını yersiz gören hükümet bir süre sonra TKB‘yi kapatma kararı alır, Nezihe Muhiddin adını da adeta tarihten siler. Bu olay, kadınların, buna bağlı olarak kadın şairlerin de susmasına yol açmış, bütün sivil alanların iktidar elinde toplanmasından kaynaklanan büyük bir susku hâkim olmuştur.
“Kadınlar Birliği’nin kapanması, Türk kadınlarının feminizm yönündeki serüveninde bir dönüm noktası oluşturdu. Kadınlar Birliği’nin kapanmasıyla, kadınlar cephesinde oluşan sivil toplum potansiyeli yok oldu, Türkiye’de feminist hareket de noktalandı. Artık bundan sonra sadece resmi ideoloji ve söylemler varlık gösterebildi, toplumu bu yönde mobilize etmeye çalıştı. Bu tarihten sonra ortaya çıkan kadın kuruluşlarının temel amacı ve misyonu da resmi ideolojiye hizmet etmek olmuştur.”[9] Böylece Cumhuriyet döneminde kadına anne ve ev kadını olmanın yanında, başta kadınlar olmak üzere ulusu eğitmek, aydınlatmak, öncülük etmek görevi verildi. Kadın şairlerde bu bağlamda adeta devletin güdümünde şiirler yazdılar. ‘Ayşe’ adlı bir köylü kadının bir günlüğünü şiirine konu alan Şükûfe Nihal, Ayşe’nin yaşadığı zorluklara başkaldırıyor gibi görünse de, Cumhuriyet öğretisinden ve kendinden beklenenden vazgeçemez:
Erine eş olan sen yurda evlat veren sen
Hamuru pişiren ekini deren sen
Toprağa Omay gibi kanadın geren sen
Umut gibi her yerde kalbe dolarsın Ayşe[10]
“1950’den sonra yalnız maddî plânda değil, kültür plânında da Türkiye’de bir yoksullaştırma (paupêrisation) yönetimi uygulanmaya başlanmıştır. Bu çöküntü önce sadece bir çözüntü olarak kalacak, ama bir süre sonra siyasi bir çatışma haline gelecektir. Devlet yöneticilerinin önce yazarı önemsememeye, sonra da tehlikeli bulmaya başladıkları görülür. Eğilim iyice geneldir, yaygındır. Bugün bir başkaldırma davranışı içindedir yazar; kendinde olduğuna inandığı ve bütün insanlığı, bütün yurdunu kavradığını bildiği bazı değerlerin ayakaltına alındığı gerekçesiyle öfkelidir.”[11]
1960’lardan 1970’lere doğru yol alırken artık 68 kuşağının ayak izleri her yerde duyulmaya başlanır. Şair kadınların da bu dönemde o büyük suskunluklarını yavaş yavaş bozmaya başladıklarını görüyoruz. Bunların başında kendinden sonra gelecek birçok kadın şaire de ışık tutup sembol olacak Gülten Akın vardır. Onun şiirleri Kırmızı Karanfil’e kadar, çoğunlukla bireysel çıkışlı olup kişisel ezilmişlik ve tedirginliği anlatsa da, kadınlara dayatılan edilgenliğe karşı çıkar. Gülten Akın kuşağı, 1923’te nokta konan şiirimizde kadınlık rüzgârının yeniden esmesinin başlangıcını temsil eder. Gülten Akın için bireyin açmazı toplumun da açmazıdır. Çünkü birey toplumdan ayrı düşünülemez. Şair ise toplumsal acıların bilincinde olup söyleyecek sözü olandır. Yani mağdurun gözü, dili, kulağıdır. Onun için hayatın her alanında özgürlük ve eşitlik olmalıdır olmadığı takdirde sanat ve edebiyat da bağımsız olamayacaktır. Toplumsal bilinçle, umudun ve devrimin kavgası verilecektir. Şairin Kırmızı Karanfil kitabında yer alan “Yaz” adlı şiiri, tarihin de not düşüldüğü sisteme karşı dik bir duruş, devrime ve umuda yapılan bir çağrıdır:
Altmış sekizdeyiz. Kırkı ve Elliyi gördük
Altmışın içinde yaşadık, suç işledik
Bildiriler. Beş Mayısta Saat Beşte Kızılay’da
Ve hepimiz bir yerlerde işi olan
Ankara devrime üs kimliğinde[12]
12 Eylül 1980 darbesi ve faşizminin acılarını ve toplumda yaşanan büyük sarsıntıya bizzat kendi yaşamında da tanık olur Gülten Akın. Şiirlerini, oğlunun cezaevinde olması, cezaevinde yatan insanların yaşadıkları sorgulamalar ve işkenceler karşısında yaşadığı çaresizliği, bireysel ve toplumsal acılar sarmalında kaleme alır. Bu, devlete, sisteme, faşizme duyulan öfkenin, direncin, çaresizliğin yanında toplumsal sessizliğe duyulan kırgınlığın da dizelerde eleştirel bir dille can bulmasıdır. Kendine, ailesine, topluma dayatılan askeri terör ve kuşatılmışlık şairi adeta boğmakta, tinsel yönden dayanamadığı bir acı yaşatmaktadır. Yaşadığı korku ve acılar karşısında hayatta kalma, onurunu koruma çabası içinde adeta dünyaya sığamaz şair. İçerde işkence gören oğlu ve diğer insanların sesi, öfkesi olmak ister ancak annelik içgüdüsü ve koruyuculuğu karşısında istese de kalemi daha keskin olamayacaktır. Seyyid Nesimî’nin “Bende sığar iki cihân, ben bu cihana sığmazam” dizesine bir gönderme gibidir “Bunalan Ozan İlahisi:”
Darıdan ufağım da / Dünya sığar içime
Dünyalara sığamam / Sığamam oğul
Ozanım düşe geldim / Dönüp uğraşa geldim
Artık işlek kalemim / Yazamam oğul[13]
Şair kadınlar, dünyanın neresinden olurlarsa olsunlar her dönemde birçok alanda ayakta kalabilme, şiirlerini yazabilme ve sevdiklerini koruyabilme mücadelesi içindedirler. Bunlardan biri de 1889-1966 tarihleri arasında yaşamış,“ Hayır, yabancı bir gök kubbenin altında değilim / Ne de yabancı kanatların korunağında / Halkımın arasındayım / Halkımın kahrolduğu yer neresiyse, orda” diyen Rus kadın şair Anna Ahmatova’dır. 1917’de devrim ve iç savaş yıllarının yaşandığı Rusya’da birçok yazar- şair Batı’ya Avrupa’ya giderken, O, Rusya’da ezilmiş halkının yanında kalmış baskıya ve bağnazlığa şiirleriyle direnmiştir. Dönemin ünlü şairlerinden olan kocası Gumilev’in idam acısını yaşamış, ‘karşı devrimci’ olduğu suçlamasıyla oğlunu aylarca hapishane kapılarında beklemiştir. Oğlunun idam edilme korkusuyla yalnızlığına gömülerek, acı içinde kahrolarak çileli günler yaşasa da O da Gülten Akın gibi sözcüklerini hayatının acılarında demleyen, devlete, haksızlığa ve bağnazlığa karşı dimdik ayakta durup gereken cevabı şiirleriyle vermiştir:
On yedi aydır bağırıyorum
Seni eve çağırıyorum.
Cellatın ayakları altına attım kendimi,
Yavrum, oğlum, dayanılmaz acım!
Her şey karman-çorman artık.
Şimdi, şu an, ayıramıyorum
Hayvan kim, insan nerde.
Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını?[14]
İnsanlık tarihi insanın insana yaptığıyla, acılarla, ölümlerle, gözyaşlarıyla doludur. Şairler ise bu tarihe tanıklık eden, şiirleri aracılığıyla yüzyıllar ötesine taşıyan, sorgulayan, unutturmayandır. Yine şiirleriyle devletin yanında halktan yana, ezenin yanında ezilenden, patronun yanında işçiden, zenginin yanında yoksuldan yana olan, emeğin, emekçinin ve direncin keskin dilli şairi Sennur Sezer tarafından oldukça sert eser şiirimizde kadın rüzgârı. Sosyalist Gerçekçi şiirimizin öncülerinden olan Sennur Sezer, şiirlerinde devleti ve sistemi eleştirmekten, sorgulamaktan ve haksızlıkları topluma duyurup yansıtmaktan asla çekinmez. O, umudun ve direncin şairi olarak şiirini yüklenip emekten özgürlükten yana eylemlerde hep en önde yürür. 1977’de düşünce suçuyla yargılanan bir yazar arkadaşının minik oğluna ithafen yazdığı “Babaları 141-142’den Yargılanan Çocuklara” adlı şiirinden şöyle seslenir:
Hayır, baban hiç kimseyi öldürmedi
Utanma arkadaşlarından
Baban arkadaşların da mutlu olsun istedi.
Utanma babam hapiste demekten,
Babanın suçu çocukları sevmekti.
Evet, uzun bir süre
Baban getiremeyecek ekmeği eve,
Ekmeksiz kimse kalmasın diye
Yazı yazmaktan suçlu
Babanı yıllar sonra
Gördüğün zaman dik olsun başın.
Babana yakışır ol
Kaçma düşünmekten.
Düşünmek suç olsa da
Savun suçsuzluğunu
Babanın değil / Halkın.[15]
Sosyalist Gerçekçi Şiirin bedeller ödemiş cesur kadın şairlerinden biridir Gülsüm Cengiz. Toplumsal duyarlılıkla kaleme aldığı şiirlerinde Gülten Akın ve Sennur Sezer gibi onun da bireysel acılarını toplumsal acılarla bütünlediğini, bunu bir öfkeye, bir isyana, bir sorgulamaya dönüştürdüğünü görürüz. Hapishane yaşamından çokça kesitlerin verildiği şiirlerinde içeride yaşanan korku, hüzün, özlem, karabasan, işkence yalın ve lirik bir dille anlatılır. Sistemin karanlığına, adaletsizliğe, sorgusuz infazlara, sevgisizliğe bir anne, bir kadın olarak dayanmak çok zordur. Yüreği isyandadır ve o da diğerleri gibi hiçbir zaman dönmeyeceğini bildiği halde umut içinde beklemektedir oğlunu. “Oğlu İdama Mahkûm Annenin Savcıya Söylediği” adlı şiirinde ise bir annenin devleti temsil eden savcıya olan isyanı, resmi ideolojiyle olan kavgası anlatılır:
Çünkü sayın savcı / benim oğlum
öldürmedi kimseyi / hırsızlık da yapmadı.
Oysa siz haklı buluyorsunuz
onu öldürmeyi / devlet adına
ve diyorsunuz ki / ”oğlun düşündüğü için suçlu”
Öyleyse / bırakın asılsın oğlum
düşündüğü için öldürülecekse.
(…)
Sayın savcı / asın beni de / oğlumla birlikte,
çünkü ben de onun gibi / inanıyorum güzel günlere
ve değiştirmek istiyorum dünyayı. [16]
İnsan haklarının hızla yok olduğu, insani değerlerin çiğnendiği, insan onurunun rencide edildiği bir askeri terör döneminde kadın şair olmak hiç de kolay değildir. Devleti eleştirmek, başkaldırı şiirleri yazmak ise başına belayı almaktır. Nursel Vural için artık ‘eylül’ demek bir sabah dipçikle uyandırılmak ve kimlerin sağ çıkacağının bilinmediği bir ölüm koşusuna başlamak anlamına gelmektedir. Yine de umudu asla yitirmemek gerekir. Umudun direnç güllerini düşlerine gizler şair ve güneşi artık oradan seyreder:
Eylülün çiyi tenimize değdiğinde
başlamıştı ölüm koşusu
yediden yetmişe hepimiz ordaydık.
O sabah / dipçik ucuyla uyandığımda
daha olgunlaşmamıştı
yarınlarıma emzirdiğim memelerim.
O sabah / düşlerimin derisine gizledim
direnç güllerini ve güneşimizi.[17]
1980’lerin ortalarından itibaren sesini duyuran feminist kadın hareketinin 2008 yılının sonu itibariyle süren yirmi otuz yıllık tarihinde, sokaklardan başlayıp, kurumlara ve akademiye uzanan yol güzergâhında çok sayıda başarılı olay ve kampanya gerçekleştiğini ve bunların kalıcı etkilere yol açtığını söylemek mümkündür. Kadın konusu, bugün feminist kadınları aşacak şekilde değişik grupların gündemine girmeyi başarmıştır. Her grup kendince bir kadın sorununu tanımlıyor ve sorunun belli bir boyutuna dikkat çekiyor olsa da, kadınların yaşadığı ortak müzmin sorunlar aynı tepkileri, aynı refleksleri vermekte oldukları görülüyor. Bunda yaklaşık otuz yıllık geçmişi olan feminist kadın hareketinin önemli bir payının olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.[18]
Ülkemiz tarihi ne yazık ki sayısız kanlı olayla, katliamlarla, faili meçhullerle doludur. Bunlardan biri de tarihler 2 Temmuz 1993’ü gösterdiğinde Sivas da yaşanır. 33 aydınımız, sanatçımız, şairimiz madımak otelinde önlem almayan ve zamanında müdahale etmeyen devletin sorumsuzluğundan güç alan yobazlarca diri diri yakılırlar. Toplumumuzda ve birçok sanatçımızda büyük bir travmaya sebep olan bu kıyımdan şans eseri kurtulabilenlerden birisi de günümüz şairlerinden Zerrin Taşpınar’dır. Şairler bazı kitaplarını bir türlü baş edemediği, onu her gün yiyip bitiren acısını, kanayıp duran yarasını iyileştirmek için yazar. O kitap aslında biraz da şairin kendini iyileştirme kitabıdır. Zerrin Taşpınar’da kıyımdan sekiz yıl sonra bir ırmak şiir olarak çıkardığı kitabı Tavra’da, yaşadığı korkunç dram ile tekrar yüzleşir, acısını ağıta, öfkesini ise sorguya dönüştürür. Kitap adını çok eski yıllarda Sivas’ı ikiye bölen ama sonradan yok olan, derinlerde bir yerde sessizce akan bir ırmaktan alır. Tarihsel ve toplumsal açıdan, isyan, öfke, kırgınlık, yargılama, tevekkül, infaz ve ölümün sorgulandığı Tavra, baştan sona, yakılan bir ağıtın bir isyanın kitabıdır. Sorgu hedefedir, yani sisteme, yani devlete. “Kim kârlı çıkar bu yangından kim / Kim aylar önce kurar pususunu…? / Halkın olanı almak için, kalemi kav / güneşi balçık, sözü taş kılan kim…?” Yanıtsa ne yazık ki hâlâ verilememiştir:
Sen ki ne çok sevdin / gizli, yasak, umutsuz
dinleyerek kalbindeki mavi ötüşlü güvercinini …
unut artık unut, kimse ölmedi / sen çığlıkların bittiğini duymadın
ateş de oyundu, duman da, terk edilmek de
incindin evet, çok incindin, çok / başka nasıl olabilirdi
ağıtı ve alkışı bol bir ülkede yaşamak…?[19]
Dilini özgürce kullanıp şiirlerini cesurca kaleme alan Sosyalist Gerçekçi çizgide şiirler yazan kadın şairlerimizden bir diğeri de Arzu K. Ayçiçek’tir. Kadın duyarlığında, incelikli şiirler yazarken, yüreğine dokunan toplumsal olaylar karşısında yani kadınca çığlık atmanın vakti geldiğinde susmayıp öfkeli bir yanardağa dönüşüverir şiirleri Ayçiçek’in. Bu kahredici olaylardan birisi de 1995 yılında çoğu lise öğrencisi Manisalı 16 gencin bir vagona “paralı eğitime hayır” yazdıkları gerekçesiyle ailelerine herhangi bir açıklama yapılmadan gözaltına alınmaları, yasa dışı bir örgüte üyelikle suçlanmaları ve uzun süre alıkonularak işkenceye tabi tutulmalarıdır. 16 yıl sonra yargı karar verir ve çocuklara işkence yapılması sebebiyle İç İşleri Bakanlığı tazminat ödemeye mahkûm edilir. O dönemde toplumda da büyük bir öfkeye neden olan ‘Manisalı çocuklar davası’ aynı zaman da bir anne de olan Şair Arzu K. Ayçiçek’in “Çarşılarda Gül Satılırdı” adlı şiirinde öfkeye ve sorgulamaya dönüşür:
sicim akıyor kadınların perçeminden
usulca kırılıyor gönül telleri
‘manisa’ kadar oluyor çocukların gözleri
tutuyorum ellerini ey ülkem / seni vurguna
seni yangına / seni… [20]
Bir başka şiirinde ise şair; kardan tüneller yapılarak evlerden evlere gidilen, sazların, cemlerin yapıldığı, insanların sevgi ve kardeşlik içinde mutlu yaşadığı yani ‘gülün kokusunun olduğu’ yılları çok özlemektedir. Çünkü, artık “sığırcık kuşları kondu şimdi evlerin damlarına / herkes sustu korku düştü ev içlerine / dev…baba’nın tufanı / talan etti her yanı / kimseler kalmadı yıldızları selamlayacak / kopuk bir tesbih gibi dağıldık dört bir yana”
“Rüyamda Peygamber Efendimize şiirlerimi okurken içinde mahcup olacağım şeylerin olmasını istemiyorum” diyerek İslami çizgide muhafazakâr şiirler yazan Ayşe Sevim’in kadın sorunları, şair ve siyaset gibi konularda pek derdinin olduğunu düşünmüyorum. Bu kadınların, başörtüleriyle sokağa çıkmaları, sivil alana katılmaları, geleneksel aile içinde suskun, boyun eğen kadın tipini değiştirmiştir. Devlete başkaldırı veya sorgulama İslâmi çizgideki kadın şairlerde neredeyse hiç görülmez. Ancak kendilerine dayatılan yasaklara (nereden gelirse gelsin) kırgınlık seviyesinde bir başkaldırı vardır:
kuşlar! gökyüzü size tokat atsa ne yapardınız
başınızı kaldırmanız yasaklansa.
kanatlarınız rüzgârın karısı değildir artık
hangi avcı sana “sen”den daha fazla zarar verebilir
bense kuş olduğuna inandırılmış bir kuş resmiyim
tanrım ölüyken bu kadar kanatla ne yapacağım[21]
“Şiir, bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimizde taş gibi oturmuş olayları, olguları biçimlere, kalıplara dökme işidir.” der Behçet Necatigil. Demek ki; Toplumsal veya bireysel sorun karşısında şairin çıkar yol araması, tedirgin olması, hesaplaşmak istemesi sonucunda doğar şiir. İçinde insan olan ve yaşamda karşılığı olan her şey şiire yürür. Günümüz şairlerinden Aydan Yalçın bizzat tanığı da olduğu Taksim Gezi direnişinin ve de Soma kömür madeninde çıkan yangında hayatlarını kaybeden madencilerin ardından derin üzüntü içindedir ve buna sebep olanları, önlemini almayan devleti sert bir dil ile eleştirir “Şah-Mat” adlı şiirinde. Her iki acıyı adeta bir şal gibi omuzuna sarınıp gittiği her yere taşır. Yine Gezi sürecinde, fırına ekmek almaya giderken polis tarafından vurulan çocuk Berkin Elvan’nın ölümü ise şairin acısını gittikçe öfkeye, sorgulamaya, isyana dönüşür. Metin Üstündağ’ın deyişiyle “edebiyatın ters direklerinden birisi olan” Ece Ayhan’nın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirinde geçen “Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür.” Dizelerini de selamlayarak karakaşları bir martı gibi havalanan Berkin Elvan’ın ölümünden sorumlu olanları işaret eder. Öyle ya, “kestiği hangi fidanı yeniden diker ki devlet / temize çeker mi sanırsın / siciline nakşettiği ölümü?”
nicedir omuzlarımda
ağırlaşan bir şal gibi taşıyorum
kederli örtüsünü sessizliğin
Gezi’nin ağrılı külü oluyorum taksimde
Soma’da kömürleşen bedeni madencinin
fırıncı acele et diyorum
dök hamuru tekneye / ateşi körükle
birazdan çatık kara kaşlarını / bir martı gibi havalandıran
“devlet dersinde öldürülecek” / bir çocuk gelecek
her eve bir ekmek biraz deniz götürecek…[22]
Devlet, şair kadınlarımızca bazen eleştirilip sorgulanırken, bazen de benzetilen rolündedir. Aşk’ı, sevgiliyle arada birbirlerine iyi geldikleri, beyaz bir ağrı olarak tanımlayan Nur Saka, şiirlerinde biraz daha öne çıkardığı aşk’ı, yalnızlığı ve erotizmi zekice kurgulayarak damıtılmış bir dil ve ironi ile çok güzel anlatır. ‘Devlet’ imgesini şiirlerinde farklı anlamlarda kullanır. “Ey, sevmeleri devletime benzeyenim benim” [23]diye seslenir bir şiirinde sevgiliye. Devletin vatandaşını sevdiği gibi(!) sevmektedir sevgili, benzetme müthiştir. Başka bir şiirinde yine ‘devlet’ den yola çıkarak bu kez de şöyle seslenir sevgiliye: “Bence/ Osmanlı İmparatorluğu’nun/ gerileme devri bile değiliz de / neyiz biz artık seninle?” Oğluna, Anne de Olabilir İnsan Âşık da adlı kitabında geleceğe dair öğütler verir. Savaşları devletlerin çıkardığını ve erkeklerden ibaret olduğu söyleyerek devletin özellikle kadınlar üzerindeki eril baskısına dikkat çeker. Yine de tüm eril ve yerleşik ahlâk baskısına rağmen kadın isterse hayatında birçok şeyi aynı anda yapabilir. Anneyken iş kadını da olabilir âşık da.
gün gelir sen de anlarsın / anlarsın kumların kayalardan
tarihin yalanlarla savaşlardan / savaşların devletlerden
devletlerin de erkeklerden ibaret olduğunu
oğlum kusursuzum benim
anne de olabilir insan hayatta / âşık da …[24]
Yine günümüz şairlerinden Nedime Köşgeroğlu şiirinde de devlet, Nur Saka şiirindeki gibi benzetilen rolünü üstlenir. Dünyanın sadece ‘baba’dan ibaret olduğu, yani hayatın her alanında kadının yaşamakta olduğu eril baskı, ihanetin öfkesi ve kırgınlığı ile birleşince dayanılmaz bir hâl almaktadır. İhanetin kötülüğünün ve çirkinliğinin yüzü sarkmış devlete benzetilmesi ise oldukça ilginçtir: “Üstüme titreyen gök / yüzü devlet gibi sarkmış / ellerime düşüyor ihanet.”[25]‘Kadın’ konusunda sosyal, siyasal, akademik alanda birçok inceleme, araştırma ve projeye imza atan Köşgeroğlu’nun kadını ve kadın sorunlarının ele alındığı Suda Eklem Ağrısı adlı şiir kitabında sıkça eril zihniyet ve devlet ile kavgasını verdiğini görürüz. Öfke, yalnızlık ve sevgisizliğin yanında başına iyice yerleşmiş, bir türlü atamadığı bir migren ağrısı mıdır devlet? Sorgulama büyüktür: İki kişilik suskunluk bir yatakta / ayaklarınızın altında cennet / başınızda migren / sonrası katkısız devlet / Rüzgâr sen kamçılamaya devam et.[26]
12 Eylül 1980 darbesinin ardından, yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren’in idamı birçok şairin şiirine girmiştir. Şair Deniz Durukan ise “Takas” adlı şiirinde derin devletin Erdal Eren’in idamıyla toplum ruhunda asla kapanmayacak bir delik açtığını söyler. Şair için bu sadece Erdal Eren’in idamı değil, toplumunda idamı anlamına gelmektedir:
on yedisinde / kayadan düşen çocuk
hadi gel / ve al intikamını
güvercin ürküyor artık
süre bitiyor, dayan yarana
ruhu delik, derin devletim benim
fena düşüyoruz, kayıyor ayağımız
bu bir idam / bu bir idam
tamam çektik ipimizi / temizlendi kan[27]
Şair kadınlarımız nereden gelirse gelsin hem bireysel hem de toplumsal boyutta yapılan tüm haksızlıklara şiirleriyle karşılık vermişlerdir. Enver Gökçe’nin, şaire toplumsal sorumluluğunu hatırlattığı seslenişi ile sonlandıralım yazımızı.
“Ey! Hayatımızın ve aşkımızın şarkısını söyleyen şair, hakkımızı koruyan şair, milletimizden yana olan hümanist şair, barışçı şair, bizi birbirimize sevdiren şair, kötülüklerin yok edilmesi için savaşan şair, işte meydan senindir. Sanatın ve düşüncen gerçek olsun.”[28]
[1] Şiir ve Yorum, Abdullah Şevki, Kül Sanat Yay.2008, s.295
[2] Şiir Seçkisi, Neşe Yaşın, 2008, s.24-25
[3] Yasakmeyve, Ölümcül Kutuplar: İktidar/Şair, Günseli İnal,54.sayı 2011, s. 59 ve 61
[4] Sombahar Kadın Şairler Altarı, Sel Dizgi ve Yay.1994, s.156-157
[5] Age, s.125
[6] https://sairane74.blogspot.com/2012/01/bir-kadin-bir-sair-yasar-nezihe-hanim.html
[7] PAPİRÜS, Yazarın Devletle İlişkisi, Ol Yay.1967,15. sayı
[8] Halide Nusret Zorlutuna Bütün Şiirleri, Betül Coşkun, Timaş Yay.
[9] Sivil Kadın, Ömer Çaha, Savaş Yay.2010, s.288
[10] Age, s.178
[11] PAPİRÜS, Yazarın Devletle İlişkisi, Sol Yay.1967, 15.sayı
[12] Kırmızı Karanfil, Gülten Akın, YKY, 2008, s.118
[13] Ağıtlar ve Türküler Toplu Şiirleri, İlahiler, Gülten Akın, YKY,2004, s.119
[14] Yaban Balı Özgürlük Kokar, Anna Ahmatova, Can Yay.2008, s.83
[15] Direniş Şiirleri-Toplu Şiirler, Sennur Sezer, Evrensel Yay.,s.118
[16] Akdeniz’in Rengi Mavi, Gülsüm Cengiz, Evrensel Yay-86, 1997
[17] Mülteci Güneşim, Nursel Vural, s.32
[18] Sivil Kadın, Ömer Çaha, Savaş Yay.2010, s.303
[19] Tavra, Zerrin Taşpınar, Pervaz Yay.2001, s.44-45
[20] Ateşin Türküsü, Arzu K. Ayçiçek. Artshop Yay.2009, s.42
[21] Taburcu, Ayşe Sevim, Şule Yay. 2007
[22] Şah-Mat şiiri, Aydan Yalçın
[23] Yıl 1900 Sevgili, Nur Saka, Cep Yay., 1998
[24] Anne de Olabilir İnsan Hayatta Âşık da, Nur Saka, Artshop Yay.
[25] Suda Eklem Ağrısı, Nedime Köşgeroğlu, Kurgu Kültür Merk.Yay.2016,s.35
[26] Age,s.13
[27] Rugan, Deniz Durukan, Yasak Meyve Yay., 2009, s.44
[28] Sanat ve Sanatçı Üzerine, Enver Gökçe, Yeryüzü Dergisi, 3. Sayı, 15 Kasım 1951