Yeni bir gün daha Posta caddesinin alışılagelmiş bağrış çağrış haliyle başlamıştı. Köşe başında fırından yeni çıkmış simitlerini hem camekanlı seyyar arabasına itina ile diziyor hem de etrafındaki telaşı izleyerek bağırıyordu, “sıcak Ankara Simit’i, fırından yeni çıktı abiler ablalar” on dokuz yaşın vermiş olduğu kanı deli akan gencin sesini duyanlar yanına yaklaşıp, “ver bakalım” diyerek ücretini ödeyip simitlerini alarak yollarına devam ediyordu;
“Ama yavaş arkadaşlar. Kim parayı verdi kim vermedi anlamıyorum ki anasını satayım. Ooo yine açık vereceğiz.”
Müşteriler oralı olmadığı için kendi serzenişini kendi dinleyen genç, gülümseyerek; İyi, hadi bakalım öyle olsun. Her sabah aynı terane, kim kime dumduma, alın gidin abiler ablalar, alın gidin. Cadde de kendisini tanımayan yoktu. Gülümseyerek söylediği sözlere, gülümseyerek karşılık verip, “hayırlı işler Şenol” diyor, daha söyleyecek sözleri varmış gibi arkalarına dönüp sevecen gözlerle bakarak, uzaklaşıyordular…
“Vay şen oğlan ne haber, işler nasıl?”
“Hah ben de tam seni düşünüyordum. Ağzını bozma çakal Nuri, ismimi düzgün söyle! Tepelerim seni.”
“Ulan oğlum ne dedim ki, ha Şenol, ha şen oğlan. İkisi de aynı kapıya çıkıyor işte, ikisinin başında da “şen” oluyorsun.”
“Uzun etme. Kaç tane simit istiyorsun?”
“Ver bakalım beş tane. Şu telefoncuda çalışan kız geldi mi?”
“Ne bileyim ya, al simitlerini git.”
“Bilirsin sen. Söylesene oğlum geldi mi?”
“Yürü git Nuri, bilmiyorum.”
Alacağını alıp tezgâhın önünden uzaklaşan Nuri’nin arkasından bakarken, sessizce, geldi, demişti. İsmi Tülin’di kızın. Çıtı pıtı şirin biriydi, üstelik güzel de sayılırdı. Ve arkadaşıydı Şenol’un. Sohbet ederdiler, ayak üstü tabii, yine ayak üstü dertleşirdiler, birkaç dakika yani…
Bu kısacık sohbetlerinde hayallerinden bahsederdiler, Tülin Şenol’a, Şenol Tülin’e anlatırdı, hayallerini… Şu çakal Nuri’ye bak hele, kıza asılmaya niyetli, pis herif, diye geçirdi aklından. Tülin’e anlattığı hayallerinden birine dalmıştı ki, arkasından gelen tanıdık sesle irkilip gülümseyerek döndü sesin geldiği yöne,
“Vay, kimler gelmiş kimler. Ne haber ufaklık?”
“İyidir abicim. Senden ne haber? Hayırlı işlerin bol kazancın olsun.”
“Eyvallah güzel bacım. Kız okuldan kaçmadın değil mi?”
“Kaçtım tabii. Ama biraz dolaşıp yanına geldim. Havadan sudan konuşup vakit geçiririz dedim. İyi etmemiş miyim?”
“İyi etmişsin. Kaçmayaydın daha iyiydi. Sabah kalabalığı da bitmek üzere zaten. Yarenlik ederiz abi kardeş. Dün gece eve geldiğimde uyumuştun, söyle bakayım gittiniz mi Tunalı Hilmi Caddesine?”
“Gittik.”
“Eee bu kadar mı? Yediğin içtiğin senin olsun. Gördüklerini anlat.”
“Ha hay ne yediğimi söyleyeceğim önce; Ankara’nın meşhur simidinin yanında ayran içtim, kuğuları izlerken Kuğulu Parkta.”
“Vay. Aferin kız sana, afiyet olsun. Peki, ne gördün?”
“Söyledim ya, kuğuları.”
“Ha hay buna da ben gülerim işte. Koskocaman Tunalı Hilmi Caddesinde başka bir şey yok muydu? Nasıl buldun oraları, beğendin mi?”
“Bilmem. Tuhaf hissettim. Samimi değildi.”
“O ne demek kız! Bizim buralar daha mı samimi?”
“Yok. Daha gerçek sanki.”
Bu cevabın karşısında sustu iki kardeş; biri on dokuz diğeri on yedi yaşında. Bakışları uzaklara uzandı ufka doğru olabildiğince uzağa baktılar, bir süre. Sessizliği bozan zabıtaların düdük sesleri oldu. Önlerinden kaçarak geçen cüssesi hacimli genç, ayaklarını yere pat pat vurarak kaçmaya çalışıyordu, Şenol kız kardeşine dönüp;
“Şuna bak hele. Denize ulaşmaya çalışan fok balığı gibi ayaklarıyla dövüyor yeri. Her hafta beş kere kaçar zabıtadan, üçünde yakalanır, şişko Cengiz.”
Kahkaha atarak abisine karşılık verdi Nur;
“Niye yerinde sayıyor koşarken, tabii yakalanır.”
“Yahu kıçını kaldıramıyor ki, görmüyor musun etten patlayacak hale gelmiş, şişko işte. Ama ne yapsın ekmek parası diye bir şey var ya, onun peşine düşmüş; bu ekmeği kovalıyor zabıtalar bunu.”
“Ama ekmek Cengiz’den hızlı, Cengiz, zabıtadan yavaş. İşi zor.”
“Kızım zabıtanın da işi bu.”
“Yani ekmek zabıtadan da hızlı.”
Tekrar sustular. Suskun bekleyişleri göz göze getirince iki kardeşi, yüzlerinde beliren tebessümle bakıştılar bir zaman daha. Sevecen bakışları hayal yolunun kapısını açtı; kalplerinden akıllarına doğru giden. Aynı hayali görmek olasılık dahlinde olsa gerek, koyuverdiler kahkahayı ansızın, istemsiz…
Şenol bacısına sarılıp bağrına bastı, bacısı da sarıldı sıkı sıkıya, bırakmamacasına.
Günlük telaştan söz ederlerken saatin nasıl geçip gittiğini anlamamıştılar, ta ki simit tezgahının sahibi cadde başında belirinceye kadar. Oysa ne güzel sohbet ediyordular kâh susup bakışarak kâh konuşup dertleşerek. Nur abisine dönüp, “Kıymalı pide yiyelim mi?” deyince, Şenol, sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaparken sol gözünü “olur” anlamında kırpmayı unutmamıştı. Tezgâh sahibine sabah ki hasılatı teslim edip yevmiyesini alarak, “hayırlı işler patron” deyip, bacısıyla birlikte ayrıldı tezgâh başından:
“Haydi bakalım, doğru lokantaya.”
“Paramız yetecek mi? Zora düşeceksek şey etmeyelim.”
“Ya bırak be kızım. Bacım kıymalı pide istemiş, yeter tabii paramız. Lokantaya varınca önce evin iaşesini ayırırız, dediğin gibi zora düşmemek için.”
Lokantaya doğru yürürlerken, önlerinde hızlı adımlarla giden kısa şortlu kızın kalçalarına takıldı Şenol’un gözü. Nur, abisinin bakışlarını fark edince; “Bu ne ki Tunalı Hilmi’dekilerin kıçı görünüyordu” deyince, Şenol yüzünün kızardığını hissettiği. Normal rengine dönmesi yirmi metre kadar sürmüştü. Lokantanın kapısından içeri girdiklerinde yerlere kadar eğilerek, “hoş geldiniz” diyen garson Feyzullah aynı zamanda mahalle arkadaşlarıydı;
“Hoş bulduk Kibar Feyzo. Nasıl işler?”
“Şükür bugünümüze Şenol. Ağanın işleri iyi, bizde sebepleniyoruz işte. Sizden ne haber, abi kardeş gezmeye mi çıktınız?”
“Merhaba Feyzo abi.”
“Kız Nur, sen de abin olacak hırta uydun bakıyorum da.”
“Hadi Feyzo hadi, masamızı göster kıymalı pide yiyecez.”
Dip dibe masalarla şenlenen esnaf lokantasının en sakin olan köşesine geçip oturdular. Salonun uğultusuna eşlik eden kaşık çatal sesleri arasında cebinden çıkardığı paraları masaya serip saydı Şenol. Yolda söylediği gibi evin iaşesini ayırıp pantolonun sağ cebine koyduktan sonra kalan miktarı bir kez daha sayıp seslendi garson Feyzullah’a;
“Şöyle çıtır çıtır bir kıymalı pide istiyoruz şefim.”
Siparişin bir tane olduğunu işiten Nur, abisine yemek istemediğini söyleyip eve gidelim deyince;
“Yaşayamadığın mutluluğun ürünüdür hayal. Hayal kur yaşayamadıkların için.”
Birdenbire çok özlü bir söz söyleyen abisinin şaşkınlıkla yüzüne bakıp;
“Herkesten habersiz kitap mı okuyorsun be, ne güzel söyledin öyle.”
“Nasıl da kitabın ortasından konuşup lügat parçalıyorum. Ha hay yok be kızım, postanede çalışan biri var; yurtdışı görmüş, sabahları simit alıyor o söyledi. Bazen laflıyoruz… Beğendiğim için yüzlerce kez tekrarlayıp ezberledim lakırdıyı, belki lazım olur diye. Bak nasıl lazım oldu.”
“Peki, kuruyor musun?”
“Mütemadiyen! Her sabah uyanmak için saati kurduğum gibi hayal kuruyorum.”
“Ya sen, sen kuruyor musun?”
Abisinin sorusunu yanıtlamak üzereydi ki çıtır çıtır kıymalı pide, metalden kayık tabağın içine dilimlenmiş, üzerine kıyılmış taze maydanoz, birkaç dilim söğüş domates ve salatalıkla masaya gelmişti. Ayranı da unutmamıştı Feyzullah ve “ayran müessesemizin ikramı” deyip gülümsedi mahalle arkadaşlarına…
İlk dilim sıcak pideyi ısırmadan önce;
“Evet, kuruyorum. Fakat her hayalimde aileden birileri de oluyor. Hayalin başında değil ama sonuna doğru hiç istemesem de oluyor.”
“Bak bu olmadı işte. Aileden kimseyi katmamak lazım. Hayal bu, olmadık şeyler düşünebilirsin, değil mi?”
“Ha hay evet. Mesela kıçımı açıkta bırakan şort giymiş olabilirim.”
“Kız öyle hayaller mi kuruyorsun!!!”
“Yok. Kıçımın görünmediği bir şort giyiyorum ve arka cebimde pahalı telefonumu değil, sonraki hayallerimi taşıyorum…”
İlk lokmayı ısırıp el yapımı yayık ayranını yudumladıktan sonra abisine uzattı bardağını. Dört dilimde çıtır kıymalı pideden ikram etti, kardeş payı… Şenol, pidesinden ısırıp ayrandan bir yudum alınca;
“Hiç değilse kıymalı pide yeme mutluluğunu hayal etmeyelim.”
“Kız sen delisin, kıymalı pidenin hayali mi olurmuş.”
“Olur. Birlikte yeriz diye düşünmüştüm yanına gelirken. Ama malum sebep yine kırdı belimizi. Ben de tükürdüm onun şarap çanağına, bu kez deyyusa harcatmadım bizi.”
Nur’un son söylediklerinden sonra yiyecekleri bitene kadar konuşmadılar. Lokantadan çıkınca abisinin koluna girdi. Yol boyu suspus yürüdüler, ne düşündüklerini merak edip sormadan… Evin kapısına vardıklarında;
“Hayal kur bacım. Deyyusa inat, hayal kur.”
“Kuracağım! Ama inat için değil, çarkına sıçmak için.”