Kısa boylu, şişman adamı ilk, çöp torbasını kapının önüne koyarken görmüştüm. Kapıyı azıcık aralamış, çizgili pijamasının kolu, omzu ancak görünmüştü. Bir anda torbayı koyuvermiş, başını kaldırmadan, her zaman olduğu gibi, apartmanı sarsan o sesle kapıyı kapatıvermişti. Alıştım bu sese, kapıyı çarparak kapatmasına. İçeriden duyduğumda, geliyor, gidiyor diyordum. Birkaç kez eşiyle merdivenden inerken karşılaştık. Bir kat için asansöre binmiyorlardı ama hep telaşlılardı. Yüz yüze gelsek de görmeden, esenleşmeden geçip gidiyorlardı. Bir gün birkaç adım arkalarındaydım. Taksi durağına doğru karısıyla konuşarak yürüyorlar. Adam hızlanınca kadın yetişmeye çalışıyor. Küçük adımlarla iki yana yalpalamasından belli ki zorlanıyor. Adamın söyledikleri anlaşılmıyor. Kilosundan beklenmeyecek bir hızla yürüyor. Yanlarından geçerken gördüm, yüzü az önce kavga etmiş gibi asıktı.
Son gördüğümde kadının başında peruk vardı. Daha önce de var mıydı bilmiyorum. Aklıma bir şey gelmedi. Çok doğal duruyordu, takabilirdi. Saçını saramamış, yıkayamamıştı belki, kim bilir. Aklımdan böyle şeyler geçti.
Emekli olduktan sonra, apartmanı sarsan o kapı sesinden öğrenmiştim çapraz dairede bir ailenin yaşadığını. Ellerinden gelse görünmez olacaklardı. Nedense etrafta kimse yokmuş gibi yaşıyorlardı. Kızlarını dışarı çıkarken yanlarında görmüyordum. Kadını perukla gördüğüm günden belki on gün sonra çöpü verirken, çapraz daireden iki gündür ses çıkmadığının ayırımına vardım. Kapıya çöp de konulmuyordu. Ben soran gözle kapılarına doğru bakınca apartman görevlisi merakımı giderdi.
’’Karısı ölmüş.’’
‘’Apartman girişine neden duyuru asılmamış?’’ Çok şaşırmıştım. Hastaymış kadıncağız meğer.
‘’Yönetici söylemiş de, adam kabul etmemiş, gerek yok demiş.’’
Çok yadırgamıştık. Eve baş sağlığı dilemeye gelen kimseyi görmedik. Eşinin ölümünü duyurmayı istemeyen, göz göze gelmekten kaçınan insana kapıdan olsun baş sağlığı dilemeye cesaret edemedik. Kederini bile yalnız yaşamayı yeğliyordu. İyi günü paylaşmayanın kötü gününü de paylaşmaması doğaldı. O günlerde ben kızlarının bundan sonra nasıl bir yaşamı olacağını düşünüp çok üzülmüştüm.
Sonraki günlerde çok garip bulduğum davranışlarına tanık oldum. Belki daha önce de böyleydi de bana rastlamamıştı. Aynı otobüsten iniyoruz ya yavaş yürüyüp geride kalıyor ya da hızlı yürüyüp benden önce apartmana girmeye çabalıyor. Önce alınır gibi oldum, sonra komşuluk ilişkimiz olmadığı için umursamadım. Adam zaten kederliydi. Karşılaştığımız zaman o öndeyse yavaşladım, arkamdaysa hızlı yürüdüm, işini kolaylaştırdım. İlginç bir durum ama uzaktaysam kapıyı daha yavaş kapatıyordu sanki. Kimseyle konuşacak bir sözü, baş sağlığı dileyecek bir arkadaşı, dostu, eşinin acısını paylaşacak bir akrabası yokmuş gibi, uzak, kapalı yaşıyordu. Nasıl yaşadığı umurum değildi, kızını da yanında sürüklüyordu, ona üzülüyordum. Ben de, nasıl tepki vereceğinden emin olamadığım için, ‘’başın sağ olsun komşum’’ diyemedim. Her an yüzü asık olan, kavga edecek gibi bakan birine cesaret edip bir şey söyleyemezdim. Ben onu etrafı yüksek duvarlarla çevrili, bahçe içinde bir eve oturtmuştum; küf kokulu, loş odalarında yalnızlık, sessizlik devinen bir eve. Emirlerin yorumsuz uygulandığı bir yer gibi geliyordu bana bu ev. Bahçede ağaç, çiçek de yoktur. Duvarların dışında da, önüne bakarak gelen asık suratlı adamın kapıyı açışını meraklı gözlerle izleyen çocuklar.
Karşı komşuyla, saçını boyadığını, giyimine özen gösterdiğini görünce hayata dönüyor diye ümitlenmiştik. Kızı da belki soluk alır, kendi yolunu çizerdi. Evde bir tadilat başladı. Mutfak, banyo değişiyor, ustalar, boyacılar girip çıkıyor. Çok ümitlenmiştik, arkası beklediğimiz gibi olmadı. Kızıyla çıkıyor, kızıyla dönüyor. Genç kızın yalnız yapacağı bir iş, gideceği bir yer yok muydu acaba? O da gözlerini kaçırarak hızlı adımlarla babasını izliyordu. Yanılmışız. Bir iki kez eve giren sarışın, kısa boylu kadın da temizliğe gelen biriymiş. Akşamüstü evden çıkarken gördüm, sabun, deterjan kokularını arkasında bırakarak merdivenden neredeyse koşarak iniyordu.
Yaklaşık bir yıl sonraydı, karşı komşumun kızını çapraz daireden çıkarken görünce sevindim, iki genç kız arkadaşlık yapıyorlar diye. ‘’Babası hastanedeymiş. Annem, yalnız kalmasın dedi. Dün gece de geç saate kadar buradaydım.’’ Birkaç gün sonra apartman içinde sesler duyunca kayıtsız kalamadım, kapıyı açtım. Karşı komşum Su’nun kapısından çıkmış, kapıyı çekiyordu. ‘’Babasını yoğun bakıma almışlar. Her gün gidip geliyormuş çocuk. Hastaneden az önce geldi. Benim kız yanında, oturuyorlar. Allah yüzüne baksın. Yanında kimse yok. Amcası gündüz uğramış. Yoğun bakımdaki hastayı beklemenin anlamı yok demiş, kızı bırakıp gitmiş.’’ Gel bize gidelim, evde yalnız kalma deseydi gider miydi, babası orada yatarken? Kendimi kızın yerine koydum, karanlık, tekinsiz sokaklarda yolumu kaybettim, bir ışık, uzanıp tutacak bir el aradım. Ya babasına bir şey olursa ne yapar? Aklımdan tek geçen kızın yalnızlığı, çaresizliğiydi. Bir tasa aklımı kuşattı.
Kapıyı çaldık, içeri girdik. Düşündüğümün aksine, babasının ardından yürüyen, sessiz, uysal izlenimi veren kız değildi karşımda konuşan. ‘’Her gün oralarda bekliyorum, içeri aldıkları zaman hortumların arasından elini tutup kulağına fısıldıyorum. İyi olmak zorundasın, beni bırakma baba, diyorum. Geçen hafta elimi sıkarak duyduğunu belli ediyordu. Artık cevap vermiyor, beni duymuyor. Doktorlar, her şeye hazır ol dediler bu sabah.‘’ Sakin sakin konuşurken birden sesi yükseldi, ağlamaya başladı. ‘’Bana bunu nasıl yaparsın baba! Ne olur gitme!’’ Kırmızı koltuğa bakarak bağırdı, bağırdı, içini döktü. Onu rahatlatacak sözler söylesek de bir yararı olmadığını hepimiz biliyorduk.
Konuşurken gözüm eşyalarda gezindi. Dış dünyayı âdeta iterek uzakta tutmaya çalışan o çelik kapının ardındaki evde, annesinin gününden olan eşyaların düzeninin korunduğu belliydi. Salon, orta yaş insanların seçeceği klasik mobilyalarla döşeli. Uyumlu şık mobilyalar, ince dokuma tezgâh halıları, perdeler. Her şey özenle seçilmiş. Biblolar, fotoğraf çerçeveleri, kristal avizeler, bu evin bir zamanlar yaşadığını gösteriyor. Yüzünü televizyona dönmüş kırmızı, yumuşak koltuk sahibini bekliyor. Yanındaki küçük sehpanın üzerinde ilaç kutularıyla boş bir bardak duruyor. Koltuktan kalkarken bırakılmış gazetenin iç sayfası dışa katlanmış. Zaman, insan, eşya arasındaki tuhaf ilişki, gördüğüm ilk olmaması nedeniyle beni sarstı. Kızın yüzüne baktım, o da oraya kilitlenmiş, sessiz ağlıyordu.
Ertesi gün akşamüstü, eve henüz dönmüştü ki hastaneden aradılar, haberi verdiler. Son bir babasını görmek için hastaneye gitti Su. Geç saatte geldiğinde taş kesilmişti, yine sessiz ağlıyordu. Günün ilk saatlerine kadar onun yanındaydık. Yaşamının zor döneminin başladığının ayrımında olmalı ki, sessizliğe gömülmüştü, yanımızda değildi.
Anladım ki bir başına olunca acıya, korkuya karşı daha dirençli oluyor insan. Sandığımızdan daha mı güçlüyüz ne? Dışarıya karşı gardı hep yüksek olacak korkarım. Elinden tutacak kimse, yaslanacağı omuz olmayınca, Su çok çabuk büyümek zorundaydı. Belki haberi aldığında birden büyüyüverdi, annesinin yokluğuna alışamadan, evi çekip çevirmeyi öğrenemeden.
Cenazeden dönünce, evde bir kalabalık oldu. Akrabaları, arkadaşları geldiler. Apartman girişinde duyuru yapılmıştı ama karşı komşu ve yönetici dışında kimseyi görmedim. Herhangi bir gün, bayram ziyaretinde karşılaşan, birbirini tanımayan insanlar gibi sohbet edildi. Yoksa onlar da mı uzun süredir görüşmemişlerdi? Memleketi kurtarıyoruz, diyor amcası aile dışından birine. Ölümü beklenecek yaşta değildi, uzun süre hasta yatmamıştı. Ardından konuşulacak bir anı yokmuş, onu hiç tanımıyorlarmış gibi hiç sözü edilmedi. Su ile konuşmalarından anladım, yanımda oturan kadın annesinin arkadaşıymış. Kadına, komşu olduğumu, aileyi tanıma fırsatım olmadığını söyledim. Anlamlı bir baş sallamayla yanıt verdi. Kendine çok benzeyen iki erkeğin kardeşleri olduğu belliydi. Yengeleri, kuzenleri tanıttı. Su’nun akrabalardan, aile dostlarından yanında durabilecek birileri var mıydı, benim aklıma takılanlar bunlardı. ‘’Karısına çok düşkündü. O öldükten sonra dünyaya küstü, çocuğu koruma kaygısıyla daha bir üstüne düştü, yanından hiç ayırmadı. Gözü hep üstündeydi.’’ diye anlattı kadın.
İlk zamanlar yasal işlemlerle oyalandı Su. Babasından maaş bağlandı, banka hesapları, tapular üstüne geçti. Amcalarından biri önüne düştü, yardımcı oldu. ‘’Kimseye el açmadan ömür boyu yaşayabilirim. Her gece onlara teşekkür ediyorum. Ekmek aslanın ağzında. Ya iş bulmak zorunda kalsaydım ne yapardım? Onlar yaşasaydı da, ben çalışmak zorunda olsaydım keşke.’’ Avunacak, acıyı kabullenecek bir bahane arıyordu Su.
Bir ay kadar sonra bir akşam, ‘’Güneş Teyze, annemin, babamın eşyaları her yerde, her an gözümün önünde. Evdelermiş, az sonra kapıyı açıp salona gireceklermiş gibi geliyor. Babaannemin eşyalarını dağıtmışlardı.’’ Çenesi titredi, gözleri doldu, arkasını getiremedi. İhtiyacı olanlara versem mi, diyemedi. Suçluluk duyuyormuş gibi hissettim. Yapman gereken, doğru olan, giysileri ihtiyacı olan insanlara vermen. Anı olarak saklamak istediklerini ayır, sonra üzülme. Çekmecelere, annenin sandığına, dosyalara bak. Evine sahip çık Su. Bu güne kadar evin çocuğuydun, bundan sonra tek sahibisin. Yanında olmasını istediğin bir akraban varsa onunla, yoksa yalnız yapacaksın bu görevi, dedim. Bir süre sonra da, mobilyaları değiştirdi. Açık renk, modern, hafif eşyalar aldı. ‘’Gördükçe boğuluyorum’’ demişti.
Akşamları onu yalnız bırakmamak için geç saatlere kadar yanında oturuyoruz. Babasından söz ederken televizyonun karşısındaki büyük koltuğa bakarak konuşuyor. ‘’ İş yolculuğuna çıkmış da uzun sürmüş gibi geliyor.’’ diyor. Giderek daha az ağlıyor, kabullenmiş gibi görünüyor ancak benim içim rahat değil. Bu kadar erken bir başına kalmayı kabullenmek bu kadar kolay olamaz. Güçlü görünmek istiyor olabilir. Dalıp gittiğinde, ‘’ bir kardeşim olsaydı’’ demek diline yapıştı kaldı. Komşu ile yemeğe çıkarken çağırıyoruz, sevinerek bize katılıyor. Dönüşte kapısını kapatıyor, ta ki biz onun kapısını çalıncaya dek yüzünü görmüyoruz. Girip çıkarken karşılaşmışsak güler yüzlü ancak ayaküstü sohbetin uzamasına olanak tanımayacak kısa, net tümceler kuruyor. Çabuk çabuk konuşuyor. Gözlerini, yüzünü kaçırır gibi olması dikkatimi çekiyor. Çok sürmüyor kapıyı aralayarak konuşuyor. Bu tavrı, “benimle ilgilenmeyin, rahatsız etmeyin” demekten farklı geliyor bana. Elinden gelse görünmez olacak, babası gibi. Dayanacağı, koltuğunun altında güven duyacağı kimse yoktu. Canavarın dişlerinin arasında un ufak olmamak için kozasını mı örüyordu? Dışarıdaki herkes kötü niyetli, fırsatçı olabilirdi. Çok telaşlansam da, komşuluk ilişkisinin ötesine geçmeyi düşünmedim, uzaklaşmasından korkuyordum. Kapıyı her çalışımda, hemen açılmasını bekliyordum. Üst kat komşusu geceleri katıla katıla ağladığını söylüyor, üzülüyorum, görmeyince aklım onda kalıyordu. Akrabalar, onlar da görünmüyor. Sessiz, gülümseyip geçiyor diye sağlıklı olduğunu düşünmek isterdim. Altı yıl böyle endişe içinde geçti. Destek almasını söylediğimde, her seferinde ‘’ben iyiyim, iş bakıyorum’’ dedi, oralı olmadı. Konu değiştirmekte, hazır cevap olmada üstüne yoktu Su’nun. Babasının ardından ağlarken bir gün, ’’Cam kafeste büyüttünüz, sonra bırakıp gittiniz. Ah bir kardeşim olsaydı. Sudan çıkmış balık oldum baba!’’ demişti. Kafesten çıkabilmeyi istiyor, çaba gösteriyor, korkuyor, beceremiyor muydu Su?
Bir dinlence dönüşü öğrendiğimde şaşırmadım. Korktuğum olmuştu. Kan kaybetmeye başlayınca korkuyor, komşudan yardım istiyor. Gülerek anlatmaya başlamıştı bana o günü. “İşte öyle bir anda çıkmaza girdim. Canım çok yandı, hiç kolay değilmiş. Ölmek istemedim Güneş teyze. Neden ben?’’ Sesi düştü, gülüşü yüzünde donuverdi. Elinin tersiyle gözünden sessizce inen damlaları sildi. Uzun bir tedavi sürecinden sonra daha iyi görünüyordu. Kolundaki kesiği dövmeyle kapattırınca yine gösterdi, ‘’bak yaralarım çiçek açtı’’, diyerek. Eve temizliğe, yemek yapmaya gelen kadına daha az gelmesini, yemek yapmamasını söyledi. ‘’Yemeğimi kendim yapmaya kararlıyım dedim Nurten ablaya.’’ diyordu. Dolma içi nasıl hazırlanır, kuru fasulye nasıl pişirilir, soruyordu. ‘’Havuç rendelemek için rendeyi nasıl aradım’’ derken kahkahalarla gülüyordu, ardından dudağının kenarında acı bir çekilişle susuverdi. O mutfağın sahibi olması zaman alacaktı ama onu birkaç kez mutfak önlüğüyle görünce ümitlenmiştim. Saçlarını kestirdi, boyattı, ruj sürmeye başladı. Hayatı kucaklayacak diye seviniyordum. Alışveriş merkezinde yemek yerken gördüm, yalnızdı. Neden kilo aldığı belli oluyordu. Yemek yapmaya başlayamamış mıydı, bir kaçamak mıydı, sormadım.
Bir akşam yine onun evinde çay içerken, gözü kırmızı koltukta, daldı gitti. Eşyalar değişti, o koltuk yerinde kaldı. Hiç duymadığım kadar yumuşak bir sesle, kalbi kırık bir çocuk gibi konuşmaya başladı. ‘’Adımı Su koymuşlar ya, berrak dere suyunun ışıltılı akışı gibi bir yaşamım olsun istemişler. Güneşin altında parlayan taşları gibi, yaşamımın mutlu anları olacaktı. Babam böyle anlatmıştı. Sakınarak, kollayarak büyüttüler. Bu günlerin de olabileceği akıllarına gelmemiş. Okulu bitirdiğimde ne çok sevinmiştim. Özgür olacaktım. Hayatımın ipleri benim elimde olacaktı. Çalışmaya başlayacak, hayatı kucaklayacaktım. Nasıl heyecanlıydım. Alışmam, öğrenmem gereken ne çok şey var. Hayat beni kucaklayacak mı? Sevgi çemberi artık canımı acıtıyordu. Bunları paylaşacak bir kardeşim olsaydı. Tek çocuk olduğum için, kimseye hemen inanıp güvenmememi ne çok söylediler. Benim en kolay yaptığım hayır diyebilmektir.’’ O böyle konuşurken aklıma geldi; yakın zamanda yukarıdaki komşunun tanıştırdığı gençle görüşmeyi reddetmişti. ‘’Evim, param var ya, bir de yalnızım.’’ deyivermişti. Hüzünle başladığı konuşmanın ardından müjde verir gibi konuştu, “yarın randevum var, tekrar destek almaya karar verdim.’’ Bu durumda çok önemli bir konuda karar vermesi sağlıklı olamayabilirdi. Su, ne heyecan duydu ne de delikanlıyı merak etti.
Tedavinin başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, doktorunun önerisiyle bir pastanede işe girdi. Yaptığı işin aldığı eğitimle ilgisi yoktu ama mutluydu. İnsanlarla konuşmak, gününü saate bağlı yaşamak, çalışmak ona iyi gelmişti. Saçlarını kestirdi, boyattı. Ruj sürüyor, kıyafetine özen gösteriyordu. Seviniyorduk. İş yerinde neler olduğunu, müşterilerin davranışlarını anlatıyordu. Tabak, bardak yıkamaktan yakınmıyordu Su. Onu tek rahatsız eden, genç çalışanların, mutfakta çalışan, anneleri yaşındaki Meliha teyzeye davranışlarıydı. ‘’Kadın, işimden olurum korkusuyla sesini çıkaramıyor. Çok üzülüyorum. Üstüne gidiyorlar. Ben de ondan yana tavır alıyorum. Çocuklar çok acımasız.’’ Konuşurken sesi her zaman olduğundan yüksek çıkıyordu, öfkeliydi.
Saçına, giyimine özen gösterdiği, konuştuğu sürece içim rahattı. Yüzünü kaçırmaya başlayınca, zihnim Su için iyi şeyler çağırıyor yine seviniyordum. Önemli bir değişikliğin başında olabilir miydi? Kafası karışmasın diye konuşmak istemiyordur. Böyle olmasını diledim.
Bir akşamüstü kapımı çaldı, heyecanlı görünüyordu, kıpır kıpırdı. ’’Teyze beraber bir kahve içelim.’’ İçeri gel içelim dediysem de, her zamanki gibi girmedi. ‘’Ben yapacağım, bana gelin.’’ Kaç kez beraber kahve içtik, neredeyse hep onun evindeydik. Ne bana ne karşı komşuya girmemek için direniyor. Gelince de ateş almaya gelmiş gibi diken üstünde oturuyor. Huzursuz mu oluyor, güvenmiyor muydu, anlamadım. Bir an önce kalesine çekilmek istiyordu. ‘’Meliha teyzeye arka çıktım diye çalışanlar oklarını bana da çevirdiler. Hepsi benden çok gençler. Akıllarınca beni kullanmaya kalktılar. Ben buna izin verir miyim? Bulaşıkçıya döndüm. Çalışmak zorunda değilim ki direneyim. İşten ayrıldım teyze.’’
Bir yorum yapmadım. Kendini nasıl iyi hissediyorsan öyle davran, demekle yetindim. Beni bunu söylemek için çağırmadığını düşündüm. Kahvemi içerken merakla bekliyorum. ‘’Neyse, geldi geçti. Bir iş deneyimi oldu benim için. Doktora da gitmeyeceğim artık, çünkü buradan gitmeye karar verdim.’’ Bunu da söyledikten sonra rahatladığını gözledim. Koltukta geri kaykıldı, kollarını iki yana açtı. Bir sorundan sıyrılıp çıkmış, problemi çözmüş gibi mutlu, huzurlu görünüyordu Su. ‘’Kıyıda yaşamak bana iyi gelir, ne dersiniz Güneş teyze?’’ Bunu konuşmak için doktoruyla görüşmesini önerdim. Heyecanlı hâli gitmiş, yüzüne bir tebessüm oturmuştu.
Birkaç parça eşya dışında bütün evi dağıttı. Sona kalan üçlü kanepeyi apartmanın bahçesine, ağaçların yarı gölge yaptığı yere indirtti. Daha sonra biri gelip alacakmış. Güneş döndü yüzümüze vurdu, Su, gözlerini kapatmış, kolları yukarıda ağacın dallarını kucaklamaya hazır gülüyor. Mutlu, umutluydu.
Onu hava alanına götürecek olan taksi gelinceye kadar kanepeye oturup sohbet ettik. Kanepede ilk kez sözünü etti, evde yalnız olmadığının. ‘’Gözleri üzerimde gibi değildi, buradalardı. Babam kırmızı koltuğundan kalkmamıştı ki. Annem, her zaman olduğu gibi bakışlarıyla beni desteklemeye çalışıyordu.’’
Uğurlamaya gelen bir akrabası, arkadaşı olmadı. Bana, apartman görevlisine, eşine içtenlikle veda etti. ‘’ İnince sizi arayacağım’’ derken, dokunsan ağlayacak gibiydi. Arabaya binerken, uçmaya hazırlanan bir kuşun ürkek, kuşkulu hâlini gözledim. Ona el sallarken, kulağımda, az önce kanepede söyledikleri; ‘’Bir kardeşim olsaydı ah. Beni ne çok sevmişlerdi. Daha çok da babam. Kabuğumu kıramıyorum, olmuyor Güneş teyze.”