Gri bulut kümelerinin arasından gülümsemeye çalışan güneş sıcak, taze ve zor kazanılan bir ekmek gibiydi. Hemen yan tarafında utangaç bir beyaz bulut, ben de varım, diyordu yeryüzüne.
Koşar adım yürüyorum. Sürünmemek için koşar adım yürüyorum. En büyük korkum, bir çığlık gibi uzayan düdük sesinin kulaklarımda yankılanması ve hemen ardından turnikelerin kapandığını imleyen kalın erkek sesli anonsun cızırtılı ikazı. Koşuyorum. Şehir tiyatrosunun sağından, mantar gibi bitiveren insan kalabalığının umarsız bakışları arasından koşuyorum. Devrime geç kalmış bir militan çekingenliğiyle koşuyorum. Mavi camekânlı seyyar satıcının Kürt böreklerinin kokusu burnumda, canım çekerek koşuyorum.
Güneş gri bulutların birazını yırttı, beyaz bulutun yanına bir beyaz daha yanaştı. Küçük bir hırçın dalga titrek köpükleriyle iskeleyi yaladı. Kürt böreği satan Laz delikanlı görmedi bunu. Biraz yukarı, belki sağa ya da sola çevirebilseydim başımı, hiç değilse iliştiriversem bakışlarımı yanımdakilerden birine, hayata daha sıkı tutunmanın ne olduğunu görecektim belki. Turnike kuyruğu ne kadar da uzun; omzuma çarparak geçen her halinden üniversiteli olduğu belli olan esmer kız varlığımı duyumsamadı bile.
Vapura bindiğimde gidip oturmadım herhangi bir yere. Biraz küf, biraz nem, biraz telaş, biraz hayat yorgunluğu kokardı vapurun kapalı salonları. Tahta zeminde terimi soğutarak dikiliyordum ve varacağım yere değil ayrılacağım iskeleye anlamsız bir hüzünle bakıyordum.
Demir kapının kapanışı beynimde zonkluyor, anımsamak istemediğim tutsaklığımı anımsatarak. Çımacı halatı, vapursa iskeleyi bırakıyor. Demir kapının cam bölmesinin öte yüzünde vapuru kaçıran genç bir kız soluk soluğa duruyor, işe mi geç kaldı, yoksa okula mı? Ağladı ağlayacak gözlerle ardımızdan bakıyor.
Vapurdan kalabalıkla beraber indim. Birkaç kez gitmiştim oraya. Tepeden aşağı döne döne ve birkaç katlı apartmanların arasında, birbirleriyle kesişen dar sokakların sonunda, çukur bir yerdeydi. Birkaç yüz metre ötesinde Emniyet Müdürlüğü vardı biliyordum, oradan gitmiştim Metris Kapalı Cezaevine!
Yapıları anımsamam hep zor oluyordu. Bu kargacık burgacık yolların arasında zaman zaman duruyor, çevreyi kolaçan ediyor, eğimleri, yönleri saptamaya çalışarak çukurun dibindeki o binayı bulmaya çalışıyordum. Bazen birilerine sorma gereği duymuyor değilim; sonra boş ver, diyorum, kendi kendime. Ne o lanet geniş cadde, ne bu eğri büğrü dar sokaklar, ne de şu birkaç katlı apartmanlar… hiçbiri olmasaydı! Sadece başımın üstündeki gökyüzü ve göç eden kuşlar.
“Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır” yazılı tabelayı gördüğümde anladım aradığım yeri bulduğuma. Bir sıkıntıdan kurtulacağım umudunu, içimden esen ılık bir rüzgârın dudaklarımda kendini duyumsatan gülümsemesinden biliyordum. Böyle bir sevinci birkaç gün önce, televizyon haberlerinde eski vergi borçlarının büyük bir bölümünün affedileceği söylendiğinde yaşamıştım.
Hapisten yeni çıktığım günlerdi. Sabıkalıya kim iş vermiş de o çalışmamış? Babama zar zor satın aldığı ama üzerine bina dikemediği arsayı sattırmış, ikinci el bir servis minibüsü aldırmıştım. Personel, öğrenci servisi yapıp çoluk çocuk geçinip gidecektik işte. Sonra hem emniyet hem de belediye sabıkalı olanlara bu kapıyı da kapattı! Mecbur şoför tuttum. Bir araba kaç kişiye bakar? Batmam kaçınılmazdı. Allahtan birkaç müptezel, minibüsü kafaları güzelken yaktılar da bıraktım inat edip bu işi yürütmeyi. Oysa devlet günden güne, aydan aya, yıldan yıla faizlerle çoğalttığı ödenmeyen vergi borçlarımın peşini bırakmayı düşünmüyordu.
Bugün kaçak mültecilerle birlikte kayıt dışı çalıştığım atölyenin ustabaşısından izin aldım. İzni vermek istemedi ama vergi dairesinden sık sık gelen ceza ihbarnamelerini görünce, “git,” dedi.
Elim cebimde, bir aylık emeğimin karşılığına dokunuyorum. Beynimin kıvrımlarında dönüp duran sorulardan kurtulmak istiyorum ama ne mümkün? Merdivenleri çıkarken, cebimdeki paranın yetmeyeceği kuşkusu içimi kemiriyor. O an karımın kolundaki tek bileziği anımsıyorum. Bu para yetmezse onu bozdururum, diye, teselli arıyorum. Gerçi karım o bileziği, çocuklar hasta olur ya da ani bir para lazım olur, diye saklıyordu ama benim yıllardır içinde bulunduğum kısırdöngünün kendisi de bir hastalık değil miydi?
Büyük bir odanın içine tedirgin giriyorum. İlkin, oradan oraya koşuşan insan kalabalığıyla yüzleşiyorum. Memurlar küçücük masalarının üzerindeki bilgisayar ekranlarının arkalarına saklanmışlar.
Saklanmanın da ötesinde bir şey bu; donuk ve anlamsız gözleriyle soruları duyarsız ve mekanik sesleriyle yanıtlamaları da bilgisayarların birer parçası olduklarını gösteriyordu. Onlarca otomattan biri olan memura yanaşıp, derdimi anlatmaya çalışıyorum: “Tahakkuk Servisine,” diyor.
Para yetecek mi, bugün burada işimi bitirebilecek miyim? Bitiremezsem işten tekrar izin alabilecek miyim? Korkularımı önüme katarak Tahakkuk Servisine, oradan Takip Servisine, Arşiv Servisine… Bir kat aşağı, bir kat yukarı… Bir koşuşturma içinde ve her saniye artan korkularımla birlikte bilgisayar otomatlarının önünde uzun kuyruklara girip çıkıyorum. Öyle bir an geldi ki söylenenleri algılayamıyordum bile.
Mesai saatinin bitimine yakın önüme vergiler, vergilerin cezalarını, cezaların faizlerini, cezaların cezaları, faizlerin faizlerini yani yıllarca çalışsam ödeyemeyeceğim bir tutarı koyuyorlar. Yüzlerce mekanik otomat, ejderha olup yakıcı nefeslerini hep birlikte üflüyorlar üzerime. Bense tuhaftır, üşüyorum!
“Bu parayı ödemem mümkün değil,” diye, cılız bir yalvarış ve çaresizlik fısıldıyorum ejderhalara. “Biz alacağımızın şahiniyiz,” diyor, otomatın biri. Sonra bir diğeri, “ceza yazarız,” diye, yeni bir alev topu yolluyor üzerime.
Bilgisayarların ve rakamların ve de otomat memurların sıcağıyla kavruluyor muyum yoksa üşüyor muyum? Artık gerçek dünyayı algılayamıyorum. Klavyelerin tıkırtıları kulaklarımda yankılanırken, dudaklarımın arasından dökülen cılız bir, “ödeyemem,” sözcüğü uğultuların içinde kayboluyor ve otomatlar hep birden ağızlarını açarak çürük dişleriyle sırıtıyorlar. Sonra hep birden kaşlarını çatıp, dudaklarını büzerek: “Boğazını sıkarız! Sıkarız, sıkarız, sıkarız! Hapislere sokarız! Sokarız, sokarız, sokarız,” diye tıslıyorlar.
Bağırmak istiyorum. Pencereden dışarıya uzanıyor gözlerim. Yakındaki, Vatan Emniyet Müdürlüğü binasının üzerinde bulutsuz, güneşli, mavi bir gökyüzü görüyorum.