Tanrı’nın Şehri
6 Şubat

Tanrı’nın Şehri

Yaser Bereketoğlu

Çocukluğum dâhil, bu yaşıma dek bunca karanlık, bunca kasvetli, bunca korkutucu ve bitimsiz bir gece yaşamamıştım. Böyle şiddetli bir yağmurun yağdığına da tanık olmamıştım. Art arda çakan şimşeklerin, şehrin her yanına düştüğüne, önümdeki kiremit yığınının gediğinden, korkudan fal taşı gibi açılan gözlerimle tanık olmuştum.

 

Kulakları sağır eden gök gürlemeleri, kıyametin ta kendisiydi sanki. Güzelliğin, estetiğin simgesi; şefkatin koynu, karşılıksız sevginin cömert sunucusu, yalnızlığın sığınağı olan doğa, kendine özgü bir başka gerçeği, başımıza acımasızca vurarak sunmuştu. Bu sunumda, insanoğlu dışında herkes işbaşındaydı. İnananlar için Sur’u üfleyen İsrafil, görevini başarıyla tamamlamış, yeri göğü inletmişti. Azrail, soluksuz çalışıyordu. Deistlerin tanrısı, ateistlerin tözü; milyarlarca galaksiden birine, nedenini kimsenin bilemeyeceği bir transferi gerçekleştiriyordu kim bilir. Sonuçta doğa, kendi derinliklerinde barındırdığı bir gerçeği öldüresiye vurmuştu yüzümüze. Depremi…

 

***

Kendimi yatağımın yan boşluğuna attım can havliyle. Yere yüzüstü kapaklanmıştım ki dipten gelen inanılmaz güçteki bir balyoz vuruşuyla havaya fırladım. O sırada şimşekler, komut almışçasına çakıyordu. Komutunun yerine getirildiğini kutlayan gök, gürleyip sağır edici bir patlamayla, tufanı tamamlayacak yağmuru indiriyordu. Uğultu. İnatla, kulağımı delen uğultu. Patlayan yanardağlardan püsküren lâvların uğultusunu, belgesel filmleri izlerken duymuştum. İşte o an, lâvların uğultusundan daha ürkütücüsünü duyuyordum. Uğultuya, hemen sonra eşlik eden sallantı, hızını arttırarak devam ediyordu. Aşağı yukarı, sağa sola, öne arkaya bir halı gibi silkeleniyordu yer. Elektrikler kesilmişti. Zifiri karanlıkta semazenler gibi dönüyordu dünya. Dönen her şeyin devrildiğini duyuyordum. Patlayan pencere camları, yere kapaklanan dolaplar, kitaplığımdan uçuşan kitaplarım, tavan döküntüleri, çöken çatıdan dökülen kiremitler ortak bir sesle eşlik ettiler son patlamaya. Ellerimle başımı korumaya aldım hemen. Dehşet verici patlamanın ne olduğunu anlamak için pencereye doğru bakındım bir ara. Mor bir aydınlığın gökyüzünü kapladığını gördüm. Birkaç saniye sürdü. O aydınlıkta pencerenin duvarla birlikte geriye doğru yıkılmakta olduğunu fark ettim. Başımı tekrar ellerimle korumaya almıştım ki belime ve kalçama sert bir ağırlık düştü. Ateş gibi bir şeyler yandı belimde. Acıdan kararan gözlerimle yıldızları o kadar yakından görüyordum ki. Sallantı sürüyordu hâlâ. Geçmek bilmiyordu saniyeler, dakikalar. Her şey yıkılıyordu, her yer çöküyordu evin içinde. Kurtulması imkânsız bir kıskaca düşmüştüm. Derken, tanıdık sesler duymaya başladım yıkımlarla birlikte. İnsan seslerini. İsteseler de bu denli acı bir şekilde bağıramayacak, ağlayamayacak, yalvaramayacak insan sesleri. Hayır! Hayır! Bu sesler gerçek olamazdı. Kâbus ötesi bir şeyi yaşıyordum. Az sonra ezilerek öleceklerin sesini duyuyordum; bu kadar yakından ve bu kadar korkutucu olarak. Köpeklerin havlamasını duyuyordum bir de. Ağlaya ağlaya havlıyorlardı.

 

Yağmur hızına hız katıyordu. Sürgit sallanıyorduk. Parça parça çöküyordu ev. Korkudan toparlayamıyordum kendimi. Zifiri karanlıkta, yatağımın ve sehpamın yanında olduğumu biliyordum sadece. Her yerden esen rüzgâr çok üşütüyordu. Çatının, çatırdaya çuturdaya yıkılan duvarın üzerine yattığını tahmin edebiliyordum. Çünkü bulunduğum yere yağmur gelmiyordu.  Titremeye başladım birdenbire. Tekrar yüzüstü uzandım zemine. Zangır zangır titriyordum. Korku titremesiydi bu. Çok korkuyordum çünkü. Kapalı yer fobisi var bende. Nefes ala ala boğuluyordum sanki. O an, sanki yanı başımdaymış gibi alt katta oturan komşumun sesini duydum. “Ölüyorum! İmdat! Kurtarın beni!” diye bağırıyordu ağlaya ağlaya. Bağırtıları inlemeye dönüştü birkaç dakika sonra. Eşi ve dört çocuğu vardı. Onlardan ses seda gelmiyordu. Uzun bir inlemeden sonra onun da sesi kesildi.

 

Ne bir rüya ne de bir kâbustu olan biten. Gerçeğin ta kendisiydi. Büyük bir depreme yakalanmıştık ve deprem devam ediyordu. Yer yarılmış ve yutuyordu işte şehri. Son katta oturuyordum ben. Alt katlara, dibe doğru çöküyordu binamız. Okyanusta fırtınayla boğuşamayan; kaptansız, filikasız, mürettebatsız devasa bir geminin hazin alaborasına tanık oluyordum. Titremem geçiyor gibi oldu. Bir şeyler yapmalıydım. Çoraplarım geldi aklıma. Yatmadan önce sehpaya koyardım onları. El yordamıyla sehpanın sağını solunu yokladım. Yerdeydiler. Oturabileceğim kadar bir boşluk vardı üstümde. Çorabımı giyerken ellerim titriyordu. Yakıcı bir ağrı vardı sırtımda. Tavandan düşen beton parçasının verdiği ağrı. Kanamam var mıydı yok muydu bilmiyorum. Başımı avuçlarıma dayadım. Çaresizdim. Çok çaresizdim. Aydınlığı, sabahı beklemek zorundaydım.

 

Bitmek bilmiyordu gece. Emekleyerek yıkılan pencereye doğru yöneldim. Karanlığı tanımlayacağım “en”lerden başlayan bir sıfat bulamıyordum. Gündoğumu çoktan başlamalıydı oysa. Yatağa girdiğimde saat üçe geliyordu zaten. Uyuyabilmek için en az bir saat sağa sola dönerdim yerimde. Düşüncelerimin çıkmazından kurtulduğum anda da dalardım uykuya. İşte tam o sırada başlamıştı deprem. Sallantılara alışıktım. Tüm şehir alışıktı. Çünkü son birkaç yıldır her ay en az bir kez sallanıyorduk. Farklı oldu bu seferki. Uzun sürdü. Çok uzun sürdü. Yıkım başladığı an, tüm şehir anlamıştı sanırım durumun ciddiyetini. Korkudan ağlayanların, bağıranların, feryat edenlerin seslerinin en çok duyulduğu yıkımın başladığı anlardı. Sabahın olacağı yoktu. Antakya’da hiçbir gece bu denli uzun geçmemişti. Bir insan sesi duyma umuduyla kulak kesildim dışarıya. Depremin olduğu saat hemen hemen herkesin evinde olduğu saatti. Ses yoktu. Kimseler yoktu. İkide bir beynimden geçen korkutucu bir sorunun yanıtı olumlu olmamalıydı. Yoksa herkes ölmüş müydü?

 

Hangi felaket insanlara yakınlarını unutturabilir. Ablam ve kardeşlerim, benden iki kilometre uzakta, köyümüzün yamacındaki bir evde oturuyorlardı. Onlar da göçük altında mıydılar. Doksan yaşını aşmış annem, kardeşlerimin evine bitişik olan odasında yalnız yaşardı. Kendi ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tutardı eli ayağı. Bu deprem onun elini ayağını kesmiş miydi? Anlamış mıydı bu sallantının deprem olduğunu. Sağ kalmış olsa bile onu odasından çıkaracak kardeşlerim sağ mıydı? Sorular beynimde art arda sıralanıyordu. Dayanamadım. Ağlamaya başladım. Sessizce hıçkırıyordum, içime içime döküyordum gözyaşlarımı.

 

Kendim için gam yemiyordum. Bu evde yalnız yaşıyordum zaten. İnsan yalnızlığa alışınca kendine farklı bir yaşam biçimi oluşturuyor. Tercihli bir yalnızlıktı benimkisi. Sosyal bir çevre edinmiştim. Dostlarımın çoğu okur yazar kişilerdi. Onlarla sık sık görüşür; edebiyattan, sanattan konuşurduk. Evime gelirlerdi bazen. Yer içer tartışırdık. Yarım kalmış yazılarım, okuyacağım kitaplar var. İtiraf edeyim, onlar için kendimden daha çok üzülüyordum.

 

Ben bunları düşünürken sallandık yine. Yalnız olduğum halde çoğul konuşuyorum bazen. Çünkü böyle bir durumda tüm Antakya’dan bahsediyorum. Antakya’nın, binlerce yıldan bu yana uğradığı çok yıkıcı yedi depremi vardı. Bu sekizinciydi işte. Diğerlerinden daha büyüktü belki. Geceyle işbirliği yaptığı için de çok kalleşti doğrusu. Gafil avlanmıştık. Yenilgimiz kaçınılmazdı. Ben; madem daha ölmemiştim, yaşamak için kıstırıldığım bu alanda elimden ne geliyorsa yapmalıydım. Yine el yordamıyla yastığımı buldum. Ayaklarımı geriye doğru uzatarak yüzüstü uzandım. Gün aydınlanmamak için nasıl da direniyordu. Kötümserlik ruh sağlığıma iyi gelmiyordu. Gittiğim bütün doktorlar söylemişti bunu bana. Düşüncelerimi depremle ilgisi olmayan konulara yönlendirmeliydim. Böyle yaparsam geçici de olsa hem stresimi hem de korkumu azaltabilirdim.

 

***

Kordoba. İspanya’da bir kent. Muhyiddin Arabi; mistik bir düşünce insanı. Günlerce düşünsem onun Kordobalı olduğunu tahmin edemezdim. Kuzey Afrikalıydı benim bildiğim. Kordobalıymış. Ömürlerini Tanrı’yı aramakla geçiren düşünürlerin hayatlarını anlatan bir kitaptan öğrendim bunu. Tanrı’yı aramak: huzursuz bir düşünce. Muhyiddin Arabi; içe dönük, imgelemci mistizmin kuyusuna dalarak aramış Tanrı’yı. Tüm dinlere yakın duran bir düşünce geliştirmiş kendince. Ona göre; Tanrı’ya geçerli bir yönelim sağlamış insan; ister camide, ister kilisede, ister sinagogta veya tapınakta olsun evindeymiş gibi ortak bir paydada buluşur Tanrı’yı aramada. Bununla birlikte; varoluş temelinde, doğmatik biçimlerden arınmış olan herkes, Tanrı’nın tekil deneyimine sahip olduğuna göre hiçbir dinin tek başına, bütün tanrısal gizemi ifade edemeyeceğini de söylemiş. Böylelikle başka dinlere karşı olumlu bir yaklaşım geliştirmişti. Kordobalı Muhyiddin, birçok konuda diğer mistik düşünürlerden ayırmış kendini ve ömrünün uzun kısmını dışa kapalı, yapayalnız olarak geçirmiş.

 

Evimdeki kitaplığımda bin beş yüzden fazla kitap var. Elimin altına aldığım sekiz on kitap dışında hepsini okudum. Tanrı’yı arayan düşünürlerin kitabı son okuduğumdu. Bu nedenle beynimde dönen düşünce şeridinin başında yer aldı Kordobalı Muhyiddin. Kitaplarım, benim hayat ağacım. Onlarla beslenip büyüyorum ya da ne çok şey bilmiyor muşum diye küçülüyorum. Onlarla yeşeriyor, onlarla filizleniyorum. Kim bilir şu an ne haldeydiler. 

 

Depremin ne çok can alabileceğini az çok tahmin edebiliyordum. Yüzlerce yıllık eski Antakya evleri vardı. Mümkün değil, bu şiddetteki depreme dayanamaz bu evler. Eski Antakya bölgesi yerle bir olmuştur bence. Uygarlıkların, dinlerin, dillerin, mezheplerin kesiştiği, can bulduğu ve bu uygarlıkların katlanma kültürünü sosyal hayatta esas kıldığı, günümüze dek sürdürüp bıraktığı mirasıyla kadim kentimdeki her ölüm bir değer kaybıydı.

 

Ani ve güçlü bir sarsıntıyla beynimdeki düşünce şeridi duruyor. Uyanık mı olmalıydım. Uyanık olmak bir şey düşünmek midir? Uyanık olmanın hali de bir düşüncedir aslında. Peki, ya hep tetikte durmanın sürgit sallantılara karşı bir faydası olacak mı? Karamsarlığım üstün geliyor yine. Öleceğimi düşünüyordum artık. Herkes ölecekti. Kadim mirasıyla birlikte şehir de ölecekti. Çok şiddetli bir depremde, çok uzun, çok karanlık, bitimsiz bir gecede acı çekerek öldüler, diye not düşülecektik tarihe.

 

***

Aslında o an yapabileceğim tek şey uyanık kalmaktı. Başarabilecek miydim? Bilmiyorum. Karamsarlığı, bir an önce beynimin kıvrımlarından atmalıydım. Antakya’nın kadim tarihini pencereler açarak anlattığım bir öykü yazmıştım birkaç yıl önce:

 

“Makedonyalı İskender. Unvanı ‘Büyük’ değilmiş önceleri. İsa’dan yüzlerce yıl önce keşfetmiş ve fethetmiş Antakya’yı. Burada ilk yaptığı iş, şehri çevreleyen doğudaki dağın tepesinden Orontes Nehri’ne dek tam kırk sekiz bin adımlık sur çekmek olmuş. İskender’in burada kalıcı olmasının ilk işaretiydi bu surlar. Ticarete açık, güvenli ve varsıl olması nedeniyle şehrin nüfusu olağanüstü artmış. Roma’dan sonra ikinci kalabalık kent olmuş dünyada. Orontes; ters yöne doğru coşkuyla gürül gürül akıp Antakya’nın ortasından geçen ve Akdeniz’e dökülen nehir. Bu şehir, münbit toprakları ve Ortadoğu’ya açılan bir köprü konumunda olması nedeniyle İskender’in ve ondan sonraki tüm Roma krallarının gözdesi olmuştu.

 

Darius; Büyük Pers Kralı. Yenilgisiz kral. O da Antakya’ya dikmişti gözünü. Burayı da fethetmeliyim diyerek devasa ordusuyla çıkmış yola. Darius, şehri kuşatırken İskender boş durmamış. Savaş giysilerini kuşanmış, ordusuyla en önde, meydan okumuş Darius’a. Şehrin altmış kilometre kuzeyinde İssos denilen vadide karşılaşmış iki ordu. İssos vadisi, bir daha tanık olamayacağı savaşla çalkalanmış. Yer yerinden oynamış adeta. Atların, kulakları sağır eden kişnemesiyle birlikte yaylardan fırlayıp havadan yağmur gibi düşen oklar, şakırtılarından kıvılcımlar sıçrayan kılıçlar ve füze gibi uçuşan mızraklar insan kanını su gibi akıtmış vadide. Ve sonuç: İskender, Darius’un yenilmez ordusunun belini kırmış. Pes eden Darius, ardına bakmadan kaçmış savaş meydanından. Kaçarken de ‘Büyüksün İskender! Büyüksün İskender!’ diye haykırmış var gücüyle. İşte o gün, Darius sayesinde ölümsüz unvanı da takılmış oluyordu İskender’in. Büyük İskender.”  

 

***

Gün, nihayet aydınlanmanın ilk işaretini veriyordu. Yatağımı ve sehpayı ayır edebiliyordum. Yatağımın üstünde moloz yığıntısı vardı. Benim üstüm başım toz toprak içindeydi. Çatının tahtalarını görüyordum. Çatını çöküntüsü yıkılan duvarla üçgen oluşturmuştu. Korka korka odamın kapısına baktım. Kapı yoktu. Beton yığıntısı altında ezilmişti. Tavanın yarısı çökmüştü üstüne. Yaklaşık iki metrekarelik bir alanda sıkışmıştım. Yağmur hızını kesmişti; ama hafif sallantılar devam ediyordu. Yerimden doğruldum. Önümdeki üçgenden dışarıyı görmeye çalıştım. Yatak odam arka sokağa bakıyordu. Sağlı sollu çok ağaçlı bir sokaktı. Kuş sesleriyle uyanırdım her sabah. İlk gençliğimde arkadaşlarımla kuş avına çıkardım. Türlü türlü kuşları vurup öldürürdük. Yerinden yurtlarından ederdik onları. Tanrım!.. Nasıl kıyardık onlara. Yıllar yıllar oldu bırakalı kuş avını. Bu hayatta kendimi affedemeyeceğim en büyük hatamdı kuşları avlamak. Avlandığım yamaçlara çıkıp defalarca özür diledim onlardan. Defalarca ağladım. Affedilmek adına yaptığım hiçbir şey hafifletmedi pişmanlığımı.

 

Çatı duvar üçgenin gediğinden uzatabildiğim kadar uzattım başımı. Her yerde moloz yığıntıları vardı. Buz gibi bir ürperdi sardı bedenimi. Gedikten bakmaya devam ettim. Sokağımızı gördüm. İyi ama bu sokak benim daireme bu kadar yakın değildi ki. Altıncı kattan bakarken çok yüksekte hissederdim kendimi. Oysa şimdi, en fazla on metre mesafeden bakıyordum sokağa. Elimi uzatsam ağaçların tepelerine dokunacak gibiydim. Karşıdaki binaları aradı gözlerim. Yoktular. Biraz aşağı baktığımda gördüklerime inanamadım. Yok! Hayır! Böyle bir şey olamazdı. Yan yana dizili üç binanın çatıları yere çakılıydı. Tost gibi ezilmişti katlar. Bu nasıl bir yıkımdı! Bu nasıl bir ezilmeydi! Bu nasıl bir felaketti! Ağlamaya başladım tekrar. Bu kez hayvanlar gibi böğüre böğüre ağlıyordum. Gözlerim kararıyordu ağlarken. Düşecek gibi oldum. Cenin pozisyonu alıp yattım buz gibi zemine.

 

Dakikalarca mı saatlerce mi sonra, soğuktan donmaya yüz tutmuşken açtım gözlerimi. Güvenli alanıma dönmeliydim. Burada kalırsam soğuktan ölecektim. Yatağımdan, örtünebileceğim battaniye, yorgan çıkarabilir miydim? Isınmam gerek çünkü. Çok üşüyordum. Yatağım, tavandan düşen beton parçalarıyla doluydu. Yorganımın ucundan tuttum. Çekiştirmeye başladım. Hayır! Çekemiyordum. Bu ağırlığın altından yorganı çekmeye gücüm yetmiyordu. Yastığımı alabildim ancak. Ayaklarımın üstüne koyarak ısıtmaya çalıştım kendimi. Yün doluydu yastığım. Yavaş yavaş faydasını gördüm yaptığım işin. Bağdaş kurup oturdum sonra. Yastığı, karnımı ve göğsümü kaplayacak şekilde tuttum ve öne doğru eğildim.

 

Az da olsa kendime gelmiştim. Birden boğazımın kurumuş olduğunu fark ettim. Susuzluktan yutkunamıyordum. Üçgen bölüme gidip bir şekilde yağmur suyunu içmek geldi aklıma. Tekrar ayaklandım. Kafamı uzattığım delikten yağmur suyu damlıyordu. Çatıdaki kiremit oluklarından akan su bazen ip gibi akıyordu yere. Benim için büyük bir şanstı bu. Akan suyun altına eğildim. Başımı geri atıp ağzımı açtım. Öyle susuzdum ki dünyanın en lezzetli suyunu içtim o an. Dakikalarca içtim yağmur suyunu. Aç değildim. Doğrulurken bir kez daha baktım dışarıya. Görebildiğim alanda kimse yoktu. Ne kedi ne köpek ne de kuş. Canlı olan hiçbir şey yoktu. Sessizlik her yere hakimdi. Arada bir yer altından gelen uğultuları duymasam duyma yeteneğimi kaybettiğimi sanacaktım. Yine o soru tur attı beynimde. Herkes ölmüş müydü? Ölmeyenler, benim gibi göçük altında kalanlar nasıl bir hayat mücadelesi veriyordu. Peki gece boyunca havlayan köpekler, miyavlayan kediler… onlar neredeydi. Sokakta yaşadıkları için ölmezdi onlar. Yoksa yer yarıldı da içine mi düştü hepsi.

 

Bir şehrin insanları ölünce şehir de ölmüş sayılır mıydı? Evet sayılırdı. Şehre hayat veren, içinde yaşayan insanlardır. Binlerce yıllık uygarlığın mirasını şehre nakşeden o şehrin insanlarıdır. İnsanından hayat bulmuş bir şehir mozaiklerle donanır. Katlanılır kılar kendini.

 

Yalnızlık tercihimdi demiştim; ama böylesini de istememiştim. Dibine varamayacağım bir uçurumdan düşmüş gibi hissediyordum kendimi. Savrula savrula düşüyordum hiçliğe. Böyle durumlarda delirirmiş insan, yitirirmiş tüm benliğini. Sonum böyle olmamalıydı. Yakıştıramıyorum kendime bunu. Sıyrılmalıydım bu kötü düşüncelerden. Sabır denilen mesnetsiz fiile sığındım. Her ne kadar derviş olmasam da muradıma erme arzusundaydım. Yaşamak arzusu. Dipten gelen uğultu, alttan bir darbe daha vurdu yine. Denizdeki küçük kayıklar gibi sallandım sağa sola. Kaçacak yer yok! Yapacağım tek şey gözlerimi kapatıp yastığıma sıkı sıkı sarılmaktı. Sallantı biter bitmez çatı çöküntüsünü tamamladı. Toz toprak doldu alanım. Gözümü açtığımda umuda açılan penceremin kapandığını gördüm. Dışarısıyla bağlantı kurduğum gedik kapanmış, her yeri moloz kaplamıştı. İçecek suyumun yolu da tıkanmıştı böylelikle. Saatin kaç olduğundan bihaberdim. Gerek var mıydı saate. Burada geçireceğim zamanla birlikte ölecektim. Yok! Hayır! Ölmek son seçenekti ya da seçenek değildi. Sona gelmemiştim henüz. Birden kalın bir gölge kapladı bulunduğum yeri. Güneş batıyordu demek. Uykum vardı. Göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Uyumamalıydım. Uyumak ölmek demekti. Eşofmanımın bilek kısmını sıyırdım. Baldırımdan bir tutam kıl tutup hızlıca kopardım. Canım acıdı. Bu acı birkaç saat uyanık tutardı beni. Her uykum geldiğinde bir tutam kıl koparacaktım baldırımdan. Uyumamak için gerekirse bacaklarımdaki bütün kılları yolacaktım.

 

Yazdığım öykünün bir yerinde yine Antakya’yı anlatıyordum.

 

“Büyük İskender’den binlerce yıl önce taşları yontup aletler yapmaya başlayan kavimlerin yurdu olmuş Antakya. Bu kavimler kilden yaptıkları kapları dayanıklı olsun diye ateşe tutmuşlar. Orontes Nehri’ne dek uzanan düzlüklerde tahıl ekmişler. Hamur yoğurup ekmek yapmışlar. Koyun, keçi ve sığırı evcilleştirmişler. Köpeğin sadakatinden yararlanmışlar. Korkularını, sevinçlerini, aşklarını, tanrılarını duvarlara, taşlara resmetmişler. Ürettikleri tahılın fazlasını, çömlekleri, çanakları kendilerinden olmayan kavimlere vermişler. Karşılığında onlardan, bakır ve altın almışlar. Ticaretin merkezi haline getirmişler Antakya’yı. Sanatlarını, gelenek ve göreneklerini sunmuşlar diğer kavimlere. Akadlar demişler adlarına o zamanlar. Yüzlerce yıl yaşamışlar bu topraklarda. Volkanik siyah taşları yontup sanat eserine dönüştüren Akadlı son rahip; Babil’in Asma Bahçelerinden çıkagelen ve artık Antakya’yı kendilerine yurt edinecek olan Yamhad Prensi ile paylaşmış sofrasını.

 

Akad’dan sonra; Hitit, Ugarit, Asur ve Fenike uygarlıklarına ev sahipliği yapmış Antakya. Her uygarlık kalıcı bir iz bırakmış insanlığa. Romalılar gelmiş sonra. Şehrin burçlarında Mecusi ateşleri yanıyormuş o zamanlar. Yeni bir çağın, uygarlığın, dini inanışın başlangıcına tanık olmuş dünya. Büyük İskender’den hemen sonra Roma prensi Antonius Soter’e ithaf edilmiş ve onun adıyla anılır olmuş şehir. Zamanla bu adla birlikte ‘Tanrı’nın Şehri’ demişler, Kudüs’ü Roma’ya bağlayan Antakya’ya. İsa’nın havarilerine korunak olmuş Tanrı’nın Şehri. İlk kez burada Hristiyan adını almış havarilerin yaydığı din. Yine havarilerden Sen Piyer, buradaki kayalıklarda kurmuş dünyanın ilk kilisesini. Bunlarla yetinmemiş ilklerin şehri: Defne denilen yerde yapılmış ilk olimpiyatlar. Aydınlatılmış ilk cadde olan Herod’u da not ettirmiş kadim tarihine.

 

***

Karanlık çöküyordu. Çevremi seçmekte güçlük çekiyordum. Dışarda bir türlü dinmeyen yağmur. Tanrım! Gökyüzü delinmişti sanki. Hangi bulut bu kadar yağmuru taşıyabilirdi ki. Göçüklerde sağ kalanlara yardım edebilecek kimseler olsa bile bu şiddetli yağmurda ne yapabilirlerdi ki. Tavuk kümesi değildi yıkılanlar. Varsa sağ kurtulan insanlar, yerle bir olan koca koca binalara ne yapabilirlerdi. Böyle bir durumda elbette karamsarlık iyimserliğe üstün geliyordu. Bu iki kavramın ortasında kalmıştım. Pes etmeye niyetim yoktu. Elimden ne gelirse yapacaktım. Bir umut diyerek, var gücümle: “Kimse yok mu? İmdat! İmdat!” diye, bağırdım birkaç kez. Gecenin boşluğunda savruldu sesim.

 

Gece boyunca uyumadım. Kendimi her kaybedecek olduğumda, bacağımdan bir tutam kıl koparıyordum. Ne kadar ağrı duyarsam o kadar iyiydi benim için. Uyanık olarak kalabilmemin tek yolu buydu. Uyanıktım; ama gücüm tükeniyordu. Kendimi oldukça yorgun ve halsiz hissediyordum. Biraz dinlenmek amacıyla yastığımı bitişiğimdeki yıkılmayan duvara yasladım. Ayaklarımı yatağımın alt boşluğuna uzattım. Biraz uyursam gücümü toparlarım diyordum. Başımı yastığa dayar duymaz tatlı bir rahatlama hissettim. Göz kapaklarım düştü. Uyumuşum.

 

Rüyamda kiremit sesleri duyuyordum. Görüntüsüz bir rüya. Birileri kiremitlere basıyor da kütür kütür kırılıyordu kiremitler. Adımı ünlüyordu gaipten bir ses. Ruhlar alemine çağrılıyordum herhalde. İnanmam böyle şeylere. Bu rüyayı yarıda kesmem gerekti. Uyanmalıydım. Küt diye bir sesle açtım gözlerimi. Doğrulmaya çalıştım hemen. Her yanım buz kesmişti. Ayaklarımı kütürdete kütürdete toplayabildim ancak. Aydınlıktı ortalık. Sabah olmuştu demek. Ellerimi ovuşturup ısıtmalıydım. Yaksa bu halimle, olduğum yerde öylece kalabilirdim. O da ne! Kiremitler takır takır dökülüyordu çatıdan. Sallantı da yoktu üstelik. Sesler geliyordu, insan sesleri. Rüya değildi demek o an yaşadıklarım. Uyanıktım çünkü. “Dikkat edin burada bir boşluk var.” diyordu, biri. Bütün gücümü toplayıp fırladım yerimden. “Hey! Buradayım! İmdat! İmdat!” diye, bağırdım. “Tamam bulduk, bulduk! Dikkat edin düşmeyelim!” Çatının üstünde birkaç kişi vardı. Adımı ünlediler tekrar. Kardeşlerim. Ses, onların sesiydi. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Yığılırcasına oturdum yastığımın üstüne. Yerimi tam olarak belli etmeliydim onlara. Öyle bitkindim ki nefes almakta dahi zorluk çekiyordum. Sesler kesildi bir an. Zarar görmemem için yerimi tam olarak tespit etmeye çalıştıklarını anladım. Avuçlarımı boru gibi yapıp ağzıma götürdüm ve var gücümle; “Buradayım! Buradayım!” diye bağırdım. Bir hareketlenme oldu tepemde. Kiremitleri elleriyle çekip fırlatıyorlardı. Gedik açılmıştı. Birkaç elin, kiremitlerin altındaki tahtaları sökmeye çalıştığını gördüm. Kazma gibi bir alet vardı ellerinde. Güçlerinin yetmediği yerlerde kullanıyorlardı onu. Gedik, bir insanın sığabileceği kadar açılmıştı. Nihayet! Nihayet! Kurtuluyordum. Kardeşlerim, canlarım, kurtarıyorlardı beni. Güçsüzlükten kararan gözlerimle gedikten bir çift ayağın indiğini gördüm en son. Bayılmıştım.

 

***

Birileri ayaklarımı ovuşturuyordu. Sımsıcaktı elleri. Gözümü açar açmaz duman kokusu geldi burnuma. Sobadan çıkan dumandı bu. Yavaş yavaş başımı kaldırdım. Ablamla göz göze geldim. Öylece durduk birkaç saniye. Ne o ne de ben konuşabildik o an. Birbirimize baka baka ağlamaya başladık sonra. Ben daha çok ağlıyordum. “Tamam kardeşim kurtuldun. Bahçemdeki evimdesin.” dedi, ablam. “Herkes iyi mi?” diye, sordum inler gibi. “Evet. Buralar az etkilendi yıkımlardan. Ucuz atlattık. Annem de iyi merak etme. Hepimiz buradayız. Senin için çok korktuk ama. Geçti, her şey geçti. Biraz daha dinlen. Çay yaptım. Yiyecek bir şeyler de var.” Ninni gibi geliyordu söyledikleri. “Evleriniz ne durumda?” “Yıkılmadı; ama giremiyoruz içeri. Eşyalarımız darmadağın, yerlere serildi her şey. Biz kurtulduk ya. Boş ver iyiyiz işte hepimiz.” “Kardeşlerim nerde peki?” diye sordum güçlükle. “Soba için çalı çırpı toplamaya gittiler yamaca. Gelmek üzereler.”

 

Annem, ablam ve diğer kardeşlerim çay içiyorduk bir saat sonra. Ağrı kesici bir ilaç verecekti ablam, aç karnına olmasın diye bir şeyler yememi bekliyordu. İçim ısınmıştı. Kendimi iyi hissediyordum. Ellerime, ayaklarıma kan yürümüştü.

 

Yirmi gün kaldım ablamın bahçesindeki sığınak evinde. İstanbul, Kocaeli, Konya, Erzurum, İzmir ve daha birçok belediyenin gönderdiği yardım tırları ulaşıyordu bölgemize. Haberleri kardeşlerimden alıyordum. Tırlardan dağıtılan gıda paketleriyle gideriyorduk gereksinimlerimizi.

 

Belimin ağrısından yürüyemez hale gelmiştim. Yirminci günün sonunda kardeşlerimden biriyle benim için çok uzun sayılabilecek bir yola çıktık. Dostlarımızın girişimiyle Ankara’da bir devlet hastanesinde ameliyat oldum. Tedavim üç ay sürdü. Antakya’ya döndüğümde şehrin cesediyle karşılaştım. Çok zor olacaktı; ama bir gerçeği kabul etmek zorunda kaldım. Artık hiçbir şey eskisi olmayacaktı. Antakya, kadim tarihinden kalan somut mirasını yitirmişti bu depremle. On binlerce insanla birlikte ölmüştü o koku, ölmüştü o doku…