Murathan Mungan’ın son romanı 995 km (Metis Yayınları, 2023) sürükleyici bir yakın dönem romanı. Romanın sürükleyiciliği, anlatılan dönemin “kara polisiye”yle kurgulanmış ağır “atmosfer”inden kaynaklanıyor. Konu, bir zamanlar o hiç bitmeyecekmiş gibi sürüp giden 90’lı yıllar. Kahramanımız isimsiz, tedbirli bir suikastı. Kimileri tetikçi diyor ama öyle değil, suikastçı başka, tetikçi başka. 90’lı yıllar bir anlamda bu “fark”ın da hikâyesi.
Roman, Diyarbakır’da 41. suikastını gerçekleştirip kayıplara karışmış, pamuklara sarılıp saklanmış tecrübeli, tedbirli bir suikastçının heyecan dolu yolculukları odağında bir dönemin Türkiye’sinin kişisel ve toplumsal belleğinden derin izler taşıyor.
Namlunun ucundan çıkan bir merminin yolculuğuyla, içinde bir suikastçıyı taşıyan şehirlerarası yolcu otobüsünün kilometrelerce süren yolculuğu arasında nasıl bir ilgi kurulabilir? Ya da şöyle: Merminin kovanı gibi, bir yolcu otobüsü de yeri geldiğinde bir suikastçının kovanına dönüşebilir mi? Ya da bir yolcu otobüsü, içindeki suikastçıyla birlikte doğrudan doğruya hedefe yönelmiş bir mermiye dönüşebilir mi? 11 Eylül 2001’de sabah saatlerinde havada süzülen yolcu uçaklarının içindeki yolcu, mürettebat ve suikastçılarla birlikte ansızın birer füzeye dönüştüğünü anımsayacak olursak, bu olasılıkların hepsi de her an mümkün… Kitabın kapağındaki adeta merminin ittiği şehirlerarası yolcu otobüsü tasarımı bana bu olasılıkları düşündürdü. İçerikle uyumlu, çağrışımlara açık, etkileyici bir kapak tasarımı.
995 km kara polisiye örneği sürükleyici bir roman. Romandaki sürükleyicilik sanıldığı gibi her bölümün sonuna bir düğüm atıp bir sonraki bölümde o düğümü çözmek için okuyucunun merak duygusunu sürekli kışkırtmak değil. Murathan Mungan’ın bu son romanındaki sürükleyicilik, kaynağını, birbirine eklemlenen olaylar dizisinden çok, isimsiz bir suikastçının temkinli, tedbirli ama bir o kadar da tedirgin, gerilimli ve endişeli iç dünyasından alıyor. Yazar, romanında şehirlerarası yolculuklara çıkaracağı bu isimsiz suikastçıyı, iç dünyasındaki kendince tutarlı duyuş ve düşünüşüyle, davranış biçimiyle, gündelik hayatıyla (o da varsa), örgütsel diliyle, kendi terminolojisiyle, müktesebatıyla ve felsefesiyle ortaya koyuyor. Onu yorumlamaktan çok anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Bir anlamda, isimsiz bir suikastçının tek başınalığından yola çıkarak 90’lı yılların otopsinini yapıyor.
Roman, bir zamanlar Diyarbakır’ın sur içindeki dar sokaklarından birinde bir suikastçının sanki “robot”muş gibi her zamanki vaktinde sabah namazına uyanmasıyla başlıyor. Robot kelimesinin kökeni Çekçe. Literatürde “robota” ya da “roboti” olarak geçiyor. Köle işçi demek. Endüstrideki karşılığı “mekanik işçi”. Kahramanımız her sabah namazına uyandığında kendisine İbn Tufeyl’in felsefi romanındaki karakter Hay bin Yakzan gibi uyanık (yakzan) ve diri (hay) olmayı telkin ediyor. Sabah namazını kılmak için dar sokaklar arasından camiye giderken önce “yoldaki işaretleri”, sonrasında da “yol”un (“tarik”in/ “tarikat”in) bizatihi kendisini düşünüyor hep. Namazı ses geçirmeyen yalıtılmış bir odada Allah’la arasında katıksız bir vecd hali olarak kabul ediyor, her secdeye kapanışında hep bu kabullenilmişliği aklına getiriyor.
Namazdan sonra ciğerciden ciğer kebap alıyor, gün içinde yapacaklarını “planlıyor” (plan kuruyor), -alışkanlık işte- uyurken odasındaki aynanın üzerini örtüyor. Görsel hafızası çok iyi. Foto Kamer’de çekilen fotoğraflarda gördüğü bir yüzü bir daha hiç unutmuyor. Her şeyi aklında tutuyor. Kimseden yardım almıyor, kimsenin minnetinin altına girmek istemiyor. İfadesiz bir yüzü var. Yüzü sanki bir duvar. Aynanın sır’ı var ama yüzü dışarıya sır vermiyor. Sesi de öyle. Sert, katı, soğuk. Hep öyle.
Yaptığı plana göre anahtarı komşuya bırakıp memlekete gidecekmiş gibi yapacak. Sonra kararlılıkla “yol”una gidecek. Otele “kurban”ıyla buluşmaya giderken Kur’an’dan Müntakim suresinden (Müntakim: Allah’ın “esma ül hüsna” sından (güzel isimlerinden). Cezalandıran demek.) “Allah Halim’dir, süre (mühlet) verir” ayetini hatırına getiriyor. Bir de Hocasının, aralarındaki bir sohbette söylediği “Zaman insandan sabır ister” sözünü. Bu arada yazar bizi 90’lı yılların Türkiyesi’ni simgeleyen, “Cihadın Askerleri” adlı “hayali” bir örgütle tanıştırıyor. Hizbullah’ı çağrıştıran bu örgütün bir de “organizasyon şeması” var: En tepede bir Molla, ona bağlı Cemaat’i oluşturan Şura üyeleri, sonra İrşad birimi ve böyle sürüp gidiyor…
Suikastçı, kurbanıyla otelin lobisinde onun korumasıymış gibi buluşacak, onu kuytu bir buluşma yerine götürecek, orada yakın mesafeden “üç kurşun”la infaz edecektir. Sonra da “tedbiren” -o dönemlerde bir tür “imza” yerine geçen “beyaz toros” yerine -tedbiren- 57 model bir Chevrolet ile olay yerinden kaçırılacaktır. Kurban, hayatını Kürt halkına adamış, “koca çınar”, 70’lik gazeteci Saim Baran’dır. Yakın mesafeden sıkılan üç kurşun, o yıllarda, “devlet adına infaz”ın imzası anlamına gelmektedir. Tereyağından kıl çeker gibi 41. cinayet (suikast). Diyarbakır’dan çıkışta suikastçı, “Rabbim 99’u nasip etsin” diye “dua” edecektir.
Sonrası… Elinde yol çantası, yola çıkmış bir “yolcu”nun, pamuklara sarılmış bir suikastçının, belki de sonu “kader”ine çıkacak olan 995 km’lik uzun “yol”ları, “yolculuk”ları… Önce otobüsün cam kenarında sessiz, gariban bir “köylü” kılığında Diyarbakır, Siverek, Urfa, Antep… Yol, okuyabilen için işaretlerle dolu. Hani şu “yoldaki işaretler” gibi… Otobüsün içindeyse “çevre kontrolü” şart. Malum, her avın bir avcısı olur, her gözcünün bir gözcüsü, her izleyenin bir izleyicisi, her suikastçının bir suikastçısı…Bu böyle hep sürer gider. Görsel hafıza en çok böyle zamanlarda gerek insana. Her ayrıntı önemli. Hani yanlarından geçen otobüsün içinde bir kadın vardı, bir yerlerden belki hatırlayacaktı… ki otobüsün içindeki çocuk ağlamaları bir an için dikkatini dağıttı… Çoğu zaman kim kimi takip ediyor, bilinmez. Polisler, istihbaratçılar, dağdakiler, Cihadın Askerleri, takiptekiler… Kim kimdir, bilinmez…
90’lı yılların otobüs yolculuklarından geriye limon kolonyası servisi sonrası etrafı saran ucuz kolonya kokusu, teypte çalan arabesk şarkılar, mola yerine gelindiğinde “çaylar şirketten” anonsu (Gel de şair Refik Durbaş’ı, onun ünlü şiiri “Çaylar Şirketten”i anımsama!), pis tuvaletler (bu konuyu 60’lı yıllarda yazdığı Mavi Yolculuk kitaplarında Azra Erhat dile getirmişti, hem de ısrarla. Valilere, turizm ve tanıtma bakanlarına mektuplar yazmıştı bu hususta), sonra kamyoncular (Lokantanın iyisini, yemeklerin lezzetlisini en iyi kamyoncular bilir. Yolda mola verecek olursanız siz en iyisi kamyoncuların durduğu yerde mola verin, pişman olmazsınız.), moladan sonra koltuğa oturur oturmaz yakılan sigaralar ve daha birçok şey kaldı.
Cam kenarında yalnız yolculuklarda -ne kadar da tedbirli bir suikastçı olsanız- bir an için tedbiri elden bırakıp hayalen de olsa aklınız çocukluğunuza gider. O an sessiz, gariban bir köylü olmaktan çıkar yalnız bir adama dönüşüverirsiniz. Daha çok da çocukluğunda yaşayan, belki hep çocukluğunu yaşayan bir “yalnız adam”a… Bir kez daha bütün yollar psikanalizin en verimli alanına, çocukluğa çıkar.
Her şehrin her dönemde ayrı bir hususiyeti olur derler. Sessiz, gariban “köylü”, yolculuk sonunda elinde çantası Gaziantep’e uğrak verdiğinde 90’li yılların Gaziantep’inde onu önce eski hamam, sonra Tahmis Kahvesi ve orada içtiği menengiç kahvesinin tadı karşıladı. Sonra bakırcılar çarşısı. Eskiden bakırcıların çekicinden çıkan ritmik ezgiler çarşıyı çın çın çınlatırmış. Sonra kalaycıların sihirbazlara has neşesi kaplarmış köşe bucağı. Şimdi sessizlik faslındayız. Hiçbir şey eski değil, eskisi gibi de değil.
Sonra ver elini Adana… Şifreli talimat öyle söylüyor. Gaziantep’ten otobüse bin, Adana’da Kumaşçı Nasrullah Efendiyi bul. Bu ikinci otobüs yolculuğu. Suikastçılar için her yolculuk temkinli olmayı gerektirir. Temkin olunca işin içine evham da karışır. Sebepleri, emareleri var elbette. Adana’nın Bahçe kazasında mola verdikleri sırada Hocasının bir sözünü hatırlar: “Temkinli ol, ihtiyatlı ol ama evhamlı olma, seni evhamlı yapan şey, aslında seni tehlikeye atan şeydir.” Hocasının bir “ders” sırasında söylediği bu sözlerin yanı sıra başka şeyler de hatırlıyor. Dağdakilere yardım ettiği söylenen bir işadamının buralarda bir yerde infaz edilişini, JİTEM’i anımsatan hayali istihbarat örgütü JEM’i, JEM’e sızan haber elemanını, kadın polisi, operasyonları ve karmakarışık daha pek çok şeyi…
Tüm bunları Cihadın Askerleri’nin bir neferi olarak JEM içinde yuvalanmış bir suikastçı olarak hatırlıyor.
Suikastçının Adana’da dolambaçlı yollardan, işaretleri takip ederek Hocasıyla buluşması bir anlamda okuyucunun da 90’li yılların ruhuyla ve haberlere yansıyan olaylarıyla buluşması anlamına geliyor. Hoca, sadık, güvenilir müridine her devrin kendi ebucehilleriyle geldiğini, kendilerinin de bu asrın ebucehilleriyle mücadele ettiklerini söylüyor. Hocayla konuşma uzadıkça uzuyor. Örgütler, yapılar, devletin içinde sızmış unsurlar, post kavgaları, kimi gerçek kimi kurgu kişiler ve olaylar… Kimin eli kimin cebinde belli değil. Suikastçı Hocasını dinlerken bir an için kendisine yıllar yılı yapılan bir telkini hatırlıyor: “Sustukların konuştuklarının on katı olacak!” Niçin? Hata yapmamak için elbette. Karmakarışık işler. Tam bir sürükleniş hâli…
Bir de o karanlıkta cinayetleri, suikastları çözmek için çırpınan, Batman’da intihar eden çocukların sırrını araştıran, küçük de olsa her ipucunun, her bilgi kırıntısının peşinden koşan (bu esnada çoğu zaman adım adım bir tuzağa doğru çekilen) tutkulu gazeteciler var. İstanbul’un haber merkezlerinde çalışan ve haberin peşinde koşmaktan hiç yorulmadan genç, idealist gazeteciler ve onlara olayların içinden haber ulaştıran kelle koltuktaki yerel muhabirler bunlar… Kitabın ikinci bölümü büyük ölçüde bu genç, idealist, tutkulu gazeteci ve yerel muhabirlerin hikâyesi. Romanın akışı içerisinde oldukça “eklektik”, ayrıksı bir bölüm. Ama hikâye öyle derin, öyle hüzünlü, öyle ironik ve öyle romantik ki bir romanın ikinci bölümünün açılışından çok başlı başına bir roman olmayı çoktan hak ediyor.
Sonrası 3. ve son otobüs yolculuğu. Yolculuk boyunca sessizce, kimsesizce, geçmişten geleceğe derin bir muhasebe, bir tür hasbıhal. Bir suikastçı olarak sınanarak yetiştirildiği yıllar, beslendiği “ideolojik” kaynaklar, bir sınama aracı olarak “Medresi-i Yusufiye”de değilse bile Hocasının dizinin dibinde yetiştiği, ders aldığı yıllar…Hepsi bir film şeridi gibi gözünün önünden sessizce akıp gidiyor…
Bu kez yolculuk Adana’dan Alanya’ya… Maksat 995 km tamamlansın, suikastçımız gözlerden ırak olduğunu sandığı tenhada bir sabah namazı vakti kaderiyle göz göze gelebilsin Bir sabah namazına uyanışla başlayan roman, birinde denizin olmadığı, diğerinde ise denizin olduğu Diyarbakır-Alanya arası 995 km’lik soluk soluğa otobüs yolculuklarının sonunda, yine bir sabah namazı vakti Alanya’da kuytuda, sessiz, sakin mahalle camiinde sabah namazını eda ettikten sonra kaza namazlarını kılarken sonsuz bir uykuyla son buluyor…
Murathan Mungan, 995 km’de okuru isimsiz bir suikastçı üzerinden 90’li yılların Türkiyesi’yle yüzleştiriyor. Bu yüzleşme, bir bakıma, yakın dönem geçmişimizle yüzleşmekten çok, şu an içinde bulunduğumuz, yaşadığımız dönemle yüzleşmek anlamına geliyor. Ben öyle düşünüyorum. Romanı baştan sona okurken bu yüzleşme duygusu bir an olsun peşimi bırakmadı. Murathan Mungan 995 km’de; gerçek olaylarla kişileri, gazete kupürlerini, haber bültenlerine yansıyan o korku ve endişeyi, anlatı sanatının çağrışımlara açık olanaklarından yararlanarak bir araya getirip adeta 90’li yılların atmosferini başlı başına bir roman karakterine dönüştürüyor. Okudukça yankılanacak bir roman. Bir dönemi edebiyatın içinden anlamak için okunsun isterim.