Elinde telsiz vardı, gözlerinde kin. İncerek kavruk kara kırmızı suratı, “Alın bunu, derhal alın!” diyen dili dehşet saçıyordu.
“Neden, ne yapım ki ben?”
Hayalim vardı, yol arkadaşlarım çocuklar olacaktı. Buğday tenli oğullar, başak kokulu kızlar. Saçları kara, kıvırcık, altın sarısı. Gözleri atlas mavisi, zeytin karası. Biraz zeki, biraz haylaz. Asi. İllaki meraklı. Gökkuşağına tırmanan, yıldızlarla konuşan çocuklar. Uzak coğrafyalara ayak basmak, insanına dokunmak da hayallerime dâhildi. Şehrimizdeki kaleyi, eski konakları, köprüleri, taş mektebi kim yaptırmış? Sefasını kim sürmüş, kim yıktırmış? Çocukluğumdan beri peşinden ayrılmadığım Aysel Abla’dan öğreniyordum. Her dilde “Günaydın,” diyebilme, rengi, dili, giyimi bize benzemeyen insanlarla konuşabilme, başka dillerin şarkısını söyleme cesaretim vardı. Yabancı dile yatkın olduğumu öğretmenim söylemiş Aysel Abla’ya. O da babama. Yaşıtlarımdan farklıymışım. “Hazal okuyacak, çok iyi okulları bitirecek…” Sevinçli bir şarkının nakaratı gibiydi babamın dilinden düşmeyen o cümle.
Liseyi, içinden nehir geçen, kekik kokulu dağlar arasında saklı küçük şehrimizde bitirmiştim. Üniversiteyi başkentte, köklü bir üniversitede okuyacak, öğretmen olacaktım. Onlarca çocuğun hayallerini gerçekleştirme yolculuğuna ışık, tatillerde gezgin, rehber; Aysel Abla gibi. Sevincimi söndüren korkunç haberler birbirini izliyordu o günlerde. Balkondan düşen, camdan atılan, yüzüne kezzap dökülen, yakılan, ölüsü de dirisi de bulunamayan kızlar. Üniversiteyi kazandığım için sevinemedi annemle babam. Anneme: “Vah yavrucak, vah, evlerden ırak olsun,”dedirten o haberleri duyan babam, “Dilim dilim doğramalı bu canileri,” der sonra da yüzü açılmadık küfürleri sıralardı. Bana her bakışında ürperdiğim kapı komşumuz Mümine Teyze başka türlü konuşurdu. Gri yeşil gözlerini bir bana bir anneme dikiyor, kısıyor, nasihatini sıralıyordu: “Serbest bırakmayacaksın kız kısmını, vakti gelince ayağını sokaktan kesmeli, sahibine teslim etmeli. Rujunu, bakışını görmedin mi, neresi masum? ” demişti otel odasının camından atılan kızın fotoğrafını ekranda gördüğünde. Sözleri zehirli bir ok gibiydi. Sevmezdi annem, “Yılan gözlü, çatal dilinden ağu akıyor,” derdi. “Allah’ım sen koru yavrumuzu. Cümle âlemin çoluk çocuğunu da koru. Ya başına bir iş gelirse? Gitmesen mi kızım? dedi o gün, sonraki gün ve her gün.
“Tek başına göndermem kızımı, kurda kuşa, ite kopuğa yem etmem,” sözü dilinden düşmeyen babam karar verdi. Tayin istedi. Her taşına, harcına alın terini kattığı, bahçesi çiçek, çilek, reyhan, ayva kokulu iki katlı evimizi dedeme emanet etti. Başkentin kıyısında, köy kalamamış, şehre karışmamış, yarısı tarla, yarısı gecekondu, beş- on kadar apartman dikili bir mahallede kiracı olduk. Ufacık, bahçe katı. İlçe dışına adım atmamış annemin, bahçe bostan içindeki evimizden ayrılması hiç kolay olmadı. Kiracı olmayı kabullenmesi, üst katta oturan nezaket yoksunu ev sahibine katlanması da. İlk derse yetişebilmek için koşar adım yürüyordum alaca karanlıkta. Yürüme maratonum, otobüs, metro yolculuğum iki saati aşıyordu. Erkenci işçiler, uykuya doymamış öğrenciler, her gün başka evin döküntüsünü toplamaktan bıkkın gündelikçi kadınlardı yol arkadaşlarım. Ekin’i tanıdım sonra, metroda. Aynı poyrazdan kaçan, aynı güneşe yüzünü dönen ruh ikizimdi. Dile gelmemiş duygular vardı aramızda. Dillenecekti belki, bekliden de öte, mutlaka dile gelecekti. Gözünün gözüme değdiği, elinin elimi tutuğu o günden bir hafta sonra hayatımız tersine aktı. Önce o kaza, sonra zeytin dalıma yapışan sarı, yapışkan tükürük lekesi…
Kentsel dönüşümü bekleyen mahallede, çivitrengine boyalı evlerin penceresinden yoksulluk kokusu taşıyordu sokaklara. Apartmanımız, yamuk duvarlı, çarpık kapılı evlere bakıyordu. Bacası kömür kokusu üfleyen sobalı evlerin penceresinden, sabah akşam kilim, masa örtüsü, çarşaf çırpıyordu kayınvalideler, büyük eltiler. Sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkan, dolmuşa binmek için koşuşturan başı yazmalı, eteği çiçekli, el örgüsü yelekli gündelikçi gelinlere, “Günaydın,” diyerek, sekerek geçtiğim sokaklarda, yama tutmayan su boruları sürekli patlıyordu. “Bu nasıl başkent, biz nereye düştük Arif,” diyen annemin şikâyetleri, “Sık dişini İnsaf, Hazal ekmeğini eline alsın, memlekete döneriz, az sabret,” diyen babamın yorgun sesi içimi acıtıyordu. Uzak şehrimizde tutan hesap, büyükşehirde şaşmıştı. Maaşı yetmeyen, ne iş olsa yapan babamın teselli cümlesi: “Kızım okusun da…”
Mutfak penceremizin baktığı, iki katlı harabe evi yıktıran tıknaz müteahhidin sakallı işçilerinin küfürlü konuşmasından, toz bulutundan bezgin annem, cam siliyor, toz alıyor, söyleniyordu. “Bahçe bostanımızı, gül gibi evimizi koyduk da geldik, biz nereye düştük?”
İki dili vardı annemle babamın. Biri bana yasaktı, benim selâmetim içinmiş. Sadece evde konuşuyorlardı o dili. Yasağa rağmen öğrendim, biraz anlıyor, biraz da konuşabiliyordum. Üniversiteye başladığım yıl Türkçem dışında üç dilim vardı: Selametim için yasaklı dilim, lisede zorunlu ve seçmeli dillerim İngilizce, Almanca. Bu iki dili Aysel Abla’nın gezdirdiği turistlerle konuşarak geliştirmiştim. İspanyolca öğreniyordum, sonra İtalyanca, Fransızca vardı hedefimde. Her yıl bir ülkeyi gezmek, her kıtanın suyunu, ekmeğini, kahvesini tatmak, insanını tanımak, birlikte şarkı söylemek, yağmurunda ıslanmak, güneşini, yıldızlı gökyüzünü görmek de vardı gelecek plânımda. Hayalperest, diyen arkadaşlarıma inat, gece gündüz ders çalışıyordum. Hedefime varmak için başarı merdivenin en üst basamağına çıkmam gerekiyordu. Öyle sanıyordum. Babamın cebindeki, o basamakları çıkmama yetmezdi. Etüt merkezlerinde ara sıra verdiğim özel derslerden aldığım para da yetmedi. Kültür gezilerine çıkamadım, dil kurslarına devam edemedim.
Babamın canını dişine takıp çalıştığı, annemin dişini sıkarak sabrettiği günler bitmek üzereydi. Dereceyle mezun oldum. Sevincimin dibe vuracağı günlerin yakın olduğunu bilmiyordum. Bariyerler, barajlar, kotalar, kontenjanlar vardı önümde. Her sınava girdim, aldığım puanlarla gururuna gurur katan babam umut pompalıyordu. “Sabrın sonu selamettir kızım, altın bileziklerin kolunda, derecelerin, dillerin var, devlet takdir eder elbet, hiç kaçırır mı böyle zehir gibi gençleri? Ülkenin geleceği sizsiniz,” diyen babam, ah babam, hayalperest genlerim sendenmiş.
Toprağının kokusunu, dağlarından gelen rüzgârın sesini özlüyormuş babam.“Hazal, ekmeğini eline alsın, memlekete döneceğim, bahçe bostanımı yeşerteceğim,” diyordu sabah akşam. Buraların havasına da insanına da alışamamış annem, rüyalarını anlatarak güne başlıyordu. Elmalar çiçeğe durmuş, domates fideleri, acı biberler, kınalı fasulyeler sıra sıraymış, tüm tüm tütüyormuş reyhan. Trene binmiş gidiyormuşuz, yıldızlı bir geceymiş. Çağıl çağıl akan nehrin içi yıldız kaynıyormuş. Trenden atlamış yıldız toplamışım. Çantam dolmuş taşmış, yıldız yüküyle inmişiz trenden. Bütün şehir alkışla karşılamış beni. Nehrin çağıltısı, trenin taka tak sesi, alkış sesi, çantamın ağzında yanıp sönen yıldızların ışıltısıyla coşmuş herkes, dedem, amcam, halam, Mümine Teyze bile halaya girmiş.
Rüyalar gerçek olmadı. Atanamadım. Puan listesinin altındakiler atandı, diplomasızlar atandı, sıra bana gelmedi. Sınav listesinde kalburüstünde kalıyor, atama listesinde eleniyordum, alta, daha alta, en alta düşüyordum. Her sabah umutla, heyecanla uyanacağım, akşamdan hazırlayacağım ders notlarım, kitaplarımla yola düşeceğim günlere, buğday tenli oğullara, başak kokulu kızlara kavuşma hayalim uzaktı. Gidemediğim, gidemeyeceğim başka kıtaların göğündeki yıldızlar kadar uzak. Zeytin karası, atlas mavisi gözleriyle soracak, biraz zeki, biraz haylaz, asi, illaki meraklı çocuklar olmayacak mıydı etrafımda? “Olacak, sabret, yarınlar bizim,” diyordu Ekin
Erken kalkamıyordum, yorgan altında ağlamaktan yorgundum. Öğlene kadar yatakta kalmaya alışmaktan korkuyor, yeni bir sınava girmek için babamdan sınav harcı almaktan utanıyordum. Hafta sonu, uzak mahallelerdeki villa bahçelerinde çalışmaktan bezgin babam, kambur babam, ayakkabısına pençe vurduran babam, çantama harçlık koyuyor, kendine yeni bir ayakkabı al, diyordu. Etüt merkezleri, öğretmen değil üç kuruşa her işe koşturacak köle arıyordu. Babama yük olmamak için ne iş olsa yaptım. Giyim mağazasında, şarküterilerde reyon personeli oldum, kasiyerlik yaptım. Hastanelerde refakatçi oldum. “Atanana kadar,” diyordum anneme, babama, Ekin’e
Atanmadım. Ekin de atanmadı. Amcasıyla çalışmaya başladı. Motorlu kurye oldu. Atanana kadarmış. Sınav yorgunuyduk. Yüksek puanlarımız yetmiyordu. Doğum yerimiz, anamızın, babamızın adı, üye olmadığımız dernekler, vakıflar, takılmadığımız ortamlar soruluyor, puanlarımız sorulmuyordu. Babamın övmekle, övünmekle bitiremediği diller, dereceler hiçbir kapıyı açmıyordu, altın bileziklerim hükümsüzdü. Umutlar tükenmişti. Kontörüm de bitmişti. Yükler yüklemez gruplardan mesaj geldi, peş peşe. “Bir şeyler yapmak lazım,” tartışması heyecan yarattı. “Değiştirebiliriz,” umudu filizlendi. Yankı odalarından, sohbet odalarından çıkacak, sesi sese katacaktık. Ekin yanımda olmayacaktı. Yol benim, ışık benim, köşe benim, kavşak benim, diyen ehliyetsiz şımarığın, Ekin’i metrelerce sürüklediği o günün üstünden bir ay geçmiş, ezik, kırık, çatlak ağrıları dinmemişti, zor yürüyordu. Gelemedi. Onun yerine de haykıracaktım. Binler vardı meydanda, yüzümüzdeki kederden tanıdık birbirimizi. Aysel Abla’nın kızı da gelmişti. Her bakanlıkta tanıdığı olan Aysel Abla’nın kızı bile atanamıyorsa?
Ekin’in yerine de sıktığım yumruğumu kaldırdım, yüreğini yüreğime yasladım, sesini sesime kattım. Atanmak hakkımız! diyecektim. Başımı eğip, ağzımı kapatan kirli bir el nefesimi kesti. Biri saçımdan yakaladı, biri kasığıma tekme attı. Dehşet saçıyordu dili. “Alın, bunları, alın alın bu sürtükleri!” Bakışı Mümine Teyze’ye benziyordu, kin yüklüydü. Korkunçtu. Öyle bir aldılar ki sonrasını anlatamıyorum. Bunca nefret varken değiştirmek mi? Neyi kimi, nasıl?
Karnımı, kalçamı, kolumu tekmeleyen o kadını, o anı unutamıyorum, yaşıtımdı belki. Omzumdaki dövmeye, zeytin dalıma tükürdü. Omzuma yapışan tükürük lekesini siliyorum sürekli, sildikçe büyüyor, Durduramadığım elim hep omzumda, tırnağımla kazıyorum. Çıkmıyor, bütün kolumu kaplıyor o leke. Yapışkan, akışkan, sarı. Ellerim kan içinde, zeytin dalı kanar mı?