“Tuval, Benim Konfor Değil Savaş Alanım”
Görsel Sanatlar

“Tuval, Benim Konfor Değil Savaş Alanım”

Karnaval Dergi

Bir Hikaye Etme Biçimi Olarak Resim;
Vahap Aydoğan ile İmgeler ve Sürreal Biyografi Üzerine Bir Söyleşi

“Her insanın bir öyküsü vardır ama her insanın bir şiiri yoktur” demiş şair (Özdemir Asaf).

Karnavaldergi’nin sorularını yanıtlayan Vahap Aydoğan, işte her insanın içinde sakladığı o hikayeyi renkli tuvallere aktaran sıra dışı bir sanatçı.

Aydoğan’ın eserlerinin özgünlüğü kişinin duygu dünyasını esas alan biyografi temelli işler olmasından ileri geliyor.

Sanatçının Mardin’de başlayan eğitim hayatı Diyarbakır’da devam etmiş ve Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olduktan sonra zaman kaybetmeden görsel biyografi alanında çalışmalara başlamış.

Yıllar içinde Türkiye, Avrupa ve Amerika’da çok sayıda karma ve kişisel sergi düzenlemiş.

 

Son sekiz yıldır, @san_arti ismi altında dijital platformlar için tasarımlar oluşturan sanatçı, çoğunlukla doğum, ölüm ve ruhsal evrim gibi temaları ele alıyor. Ortaya koyduğu ürünlerde, görsel hikaye anlatımını kullanarak insanların tutkularını, korkularını, beklentilerini ve değer verdikleri figürleri yaşam anılarına dönüştürmeyi amaçlıyor.

 

“Ben bir hikayeci değilim ama hikayeleri dinlemeyi ve onlardaki imgeyi yakalamayı seviyorum” diyen Aydoğan, Karnavaldergi’nin sorularını yanıtladı.

 

– Sanatınızda “gerçeklik” olgusunu, sıradan temsillerin ötesinde nasıl konumlandırıyorsunuz?

Benim ilgilendiğim gerçeklik, görünürde olanla sınırlı değil. Her insanın içinde taşıdığı ve çoğu zaman fiziksel görünümünü aşan bir başka gerçeklik var. Sanatım, bu içsel evreni, duyulmayanı, bastırılanı ve unutulmaya yüz tutmuş olanı görünür kılma çabasıdır. Gerçeğin yüzeyinde değil, derinliğinde gezinmeyi seçiyorum.

 

– Sürreal biyografi kavramını biraz açabilir misiniz? Bu yaklaşımı size özgü kılan şey nedir?

Sürreal biyografi benim için sadece bir teknik değil; bir duyarlılık biçimi. İnsanların yaşadıkları kadar, sustuklarıyla da var olduklarına inanıyorum. O sessizliklerde, bastırılmış anlatılar gizlidir. Biyografileri sadece belgelemek değil, onların metafizik yükünü taşımak, imgelerle yeniden kurmak istiyorum. Bu yaklaşımda, bireyin iç dünyasıyla kurulan samimi, yazılı bir diyalog belirleyici oluyor. Tuvalim, benim için bir konfor alanı değil tam tersi bir savaş alanı.

 

– Sanatınızı bir ‘savaş alanı’ olarak tanımladınız. Bu metafor, yaratım sürecinize nasıl yansıyor?

Tuval benim için huzur değil, hesaplaşmadır. Fırça bir ifade aracı değil, bir sarsıntıdır. Her çizgi bir çatlama, her boşluk bastırılmış bir çığlıktır. Sanatımda estetik bir “sunumdan” çok, duygusal bir yoğunlaşma, zihinsel bir sarsılma arıyorum. Bu nedenle işlerim, görsel bir tatmin arzusundan çok, varoluşsal bir yüzleşmenin ürünüdür.

 

– Zamana bakışınız imgelerin tuvale aktarımında nasıl tezahür ediyor?

Zaman benim için sabit bir çizgi değil; akışkan, çoğu zaman da yanıltıcı bir illüzyon. Geçmiş, şimdi ve gelecek birbiriyle iç içe geçmiştir. Zamanla ilişkimi genellikle simgesel nesnelerle kurarım. İşlerimde sıklıkla görülen iskambil kartları bu yüzden önemli; onlar sadece oyun kartları değil, rastlantının, belirsizliğin, seçimlerin ve kaderin metaforlarıdır.

 

– Sürreal imgelerle bireylerin yaşam izlerini tuvale aktarırken geçiş süreci nasıl işliyor?

İlk adım, derin bir yazılı iletişim. Klişelerden uzak, spontane sorularla kişinin kendini olduğu gibi ifade etmesine alan açıyorum. O kişinin sözlerinin arasındaki sessizlikleri de dinliyorum. Çünkü çoğu zaman insan, sözcüklerin değil, boşlukların içinde belirir. Bu süreçte ortaya çıkan imgeler, benim için bir tür görsel sözlük işlevi görüyor. Tablolarım, o kişinin içsel haritasının kodlanmış hâlidir.

 

– Eserlerinizde sıklıkla kadın temsilleri ve doğa tahribatı yer alıyor. Bu tematik tercihin ardında nasıl bir bilinç ya da tercih var?

Toplumsal eşitsizliklerin en ağır biçimi kadın bedeni ve doğa üzerinden işleniyor. Kadına yönelik şiddet, çocuk gelinler, bastırılan kadın hikâyeleri… Ne yazık ki artık kanıksanan gerçekler haline geldi. Bu durumun yarattığı sessizliğe karşı, imgelerle yüksek bir ses üretmeye çalışıyorum. Sanatın, bu anlamda sadece estetik değil; etik bir duruş da taşıması gerekir.

 

– Biyografik çalışmalarda, kişisel olanla evrensel olanı nasıl dengeliyorsunuz?

Her bireysel hikâye, kendi içinde evrensel bir arketipi barındırır. Çocuklukta duyulan bir şarkı, unutulmuş bir koku, sönmüş bir sokak lambası… Bunlar yalnızca bir kişiye aitmiş gibi görünse de, aslında kolektif belleğimizin parçalarıdır. Benim görevim, o kişisel detaylarda evrensel olanı bulmak ve izleyiciye o aynayı uzatmak.

 

– Sürreal biyografi üretimi genellikle ne kadar zaman alıyor?

Bu çalışmalar, kişinin ne kadar açıldığına ve imgelerle ne ölçüde temas kurduğuna bağlı olarak değişiyor. Bazen üç hafta, bazen bir ay, bazen daha uzun sürebiliyor. Bu süreçte ben sadece bir aktarıcı değilim; aynı zamanda o anlatının yükünü taşıyan bir yol arkadaşına dönüşüyorum.
Sanat benim için bir anlatım değil; bir taşıma biçimidir. Bir yaşlı adamın elindeki titrek sabrı, bir kadının suskun kararlılığını, bir çocukluk anısının kokusunu taşımaktır.

 

Her şey hızla dijitalleşirken, sanat özellikle de görsel sanatlar bu gelişmeden nasıl etkilenecek? Dijital sanat kalıcı olabilecek mi?

Zaman bile artık dijital bir nabızla atıyor. Tıklayan her ses, geçmişten bugüne açılan bir pencere gibi…

Ama bu, yalnızca teknolojiyle ilgili bir mesele değil. Bu, sanatın yeni bir teneffüsü. Tuval, piksele dönerken fırçanın izi hâlâ orada; çünkü sanat dediğimiz şey, biçimle değil, iz bıraktığı yerle anlam kazanır. Dijital bir çağın içindeyiz, evet , ama sanatı dijitalle tanımlamak, rüzgârı yalnızca estiği yönle tarif etmeye benzer. Rüzgârı anlamak için savurduğu yaprağa, ürperten serinliğine, yüzümüzde bıraktığı çizgiye bakmak gerek. Ben işte o çizgilerin peşindeyim.

 

Dijital sanatın kalıcılığı konusunda şüphelerim var. Kalıcı olacağına inanmıyorum. Ama Sanat, çağını reddetmez onunla kavga da etmez. Onunla konuşur, tartışır, gerekirse ona ayna tutar. Ben resimlerimde insanın hikâyesini dijital çağın gürültüsünden çekip çıkarmaya çalışıyorum.
Yapay zekânın çizdiği bir portre, insanın göğsünde taşıdığı boşluğa dokunamaz. Gözleri var, evet… Ama baktığı bir kocaman körlüktür.
Bugün Michelangelo yaşasaydı, emin olun en iyi dijital çizimlere imza atardı. Ama kullandığı program değil, anlattığı yara konuşulurdu. O yüzden ben de hangi malzemeyle çalışırsam çalışayım, sanatımın derinliğini önce duyguda ararım.

 

⁃ İmgelere dönüştürdüğünüz hikayeler içinde size hepsinden daha çok dokunan bir hikaye var mı?

Beni etkileyen ressam ve heykeltraş Modigliani’nin trajik hayat hikayesi ve ardında bıraktığı Jeanne..

 

Ben Modigliani’yi ilk kez bir figürün boynunda tanıdım. O uzamış çizgilerde, estetikten çok eksiklik vardı — bir şeyin hep eksik bırakıldığı, yarım bırakıldığı hissi. Ve sonra öğrendim ki, onun hayatı da tuvalleri gibiydi: uzatılmış bir yalnızlık, inceltilmiş bir acı…

Modigliani öldüğünde, Jeanne mi 8 aylık hamileydi. Ertesi sabah, kendini boşluğa bıraktı. Kimseyi suçlayamazsınız, çünkü bazı düşüşler yukarıdan değil, içeriden başlar. İşte o an düşündüm: Bu bir trajedi değil, bu bir yankı. Ve ben bu yankıyı duymak istedim.

O hikâyeyi birebir resmetmek istemedim elbette. Ben tanıklık etmeyi değil, yeniden doğurmayı seviyorum. O yüzden bir sandalye çizdim. Oturulmayan, terk edilmiş, ayaklarından biri eğilmiş bir sandalye. Bir kadının düşüşünü değil, sandalyesiz kalmış bir adamın gölgesini resmettim. Bir adamı değil, gölgesini; bir kadını değil, camdan yansımasını.

 

Modigliani benim için biçimiyle değil, biçimsizliğiyle konuşan biriydi. Bir fırça darbesiyle her şeyi anlatmazdı, bir bakışla sustururdu. Ben de susturmayı denedim. Bazen bir gökyüzünü griye boyayarak, bazen bir yüzü yarım bırakıp sadece boynunu çizerek…

 

⁃ Sanatçı olarak kendinizi ürettiğiniz işler ve dış dünya arasında nerede konumlandırıyorsunuz?

Sanatın merkezine kendimi koymam. Orada her zaman hikâye durur; ben kenarda beklerim. Gerekirse görünmeden, gerekirse yalnızca hafif bir işaretle. Sanatın sahnesi yoktur benim için. Sergiler olmasa da olur. Çünkü hayatın özü sessizlikte büyür. Sessizlikse, her şeyin en derin resmidir.
Ben bir bayrak taşımıyorum. Elimde sadece eski bir hikâyenin sıcaklığı var. Onu unutmadan, eksiltmeden bir başkasına aktarmak istiyorum. İşte bu, benim sanatım. Ve bütün hayatım.

 

Çünkü bazen bir hikâye anlatılmaz.

 

Ona sadece bir yer açılır.