Benim için -en’ler listesi yapmak çok zordur, en sevdiğim romanlar, yazarlar, şiirler, fimler… Sorulduğu vakit, gözüne fener tutulmuş tavşan gibi kalıveririm. Bunun nedenini düşündüm elbet; sevdiğim kitapları, yazarları, filmleri, şarkıları sıralamak, derecelendirmek haksızlık gibi geliyordu, ayrıca o liste zamanla değişebiliyordu. İlk gençliğimde en sevdiğim roman Boyalı Kuş diyebilirdim ya da Şeker Portakalı üstelik üzerinde pekte düşünmeden… Sonra ilgimi çeken romanlar da değişti yazarlar da. Ancak 2011 yılında yayımlanan Şairin Romanı on üç seneden beri en beğendiğim romanlar arasında. Kanımca Murathan Mungan’ın edebiyatımıza ve Türkçe’ye en büyük armağanıdır Şairin Romanı. Yazardan farklı türlerde kitaplar okudum, her biriyle ilgili fikirlerim var, ancak okurluğuna güvendiğim sohbet muhataplarıma Murathan Mungan’la ilgili ilk sorum Şairin Romanını okudun mu olur? Okumayanları esefle kınarken okuyanlarla keyifli bir sohbete kaptırırız kendimizi. Şairin Romanı’nın yeterince kişi tarafından okunmadığını düşünürüm, yalnızca bizim edebiyatımızda değil dünya edebiyatında da başyapıt olduğunu… Ayrıca Murathan Mungan’ın ondan daha güzel bir roman yazması olasılığı beni korkutur, bunu istemem; Şairin Romanı’na tutkum o derecedir. 995 km yayımlanınca eyvah dedim, sonra romanı okuyunca rahatladım. Zira iki roman birbiriyle kıyaslanamayacak kadar farklı yapıdaydı. Şairin Romanı yerleştirdiğim tahtta tek başına oturmaya devam edecekti, mutluydum.
Murathan Mungan’ın on beş yılda yazdığı Şairin Romanı’nı bunca özel kılan nedir peki? Bu sorunun yanıtını vermeye gücüm yetecek mi, emin değilim ama denemeye değer. Öncelikle yazarın sözcükleri, ifade gücü, romana sinen şiirsellik okuma hazzını zirveye taşıyacak güzellikte. Şiirsel ifadeleri abarttığını düşündüğüm için okumaktan vazgeçtiğim yazarlar da oldu üstelik. Okurun gözüne sokulan, sırıtan, imitasyon bir şiirsellikti söz konusu olan zira. Şairin Romanı baştan başa şiire adanmış bir roman, şiirin egemen olduğu bir ütopya. Şiirsel dille içeriğin uyumu, şiirselliğin gizlendiği satır araları romanı ikinci hatta üçüncü kez okuma arzusu uyandırabilir. Yine ancak şairlere özgü olduğunu düşündüğüm romantizm ve zarafetin hâkim olduğu bu anlatı dilinin lezzetini romanı okuyanlar elbette dimağında hissetmiştir. Türkçe, yazarın elinde uysal ve ışıltılı bir tel gibi biçimlenirken, kelimelerin anlatmakta yetersiz kaldığı kimi durumlarda kendi sözcüklerini türetir Mungan. Sözcüklerle dev bir yapboz meydana getirir, her bir parça tam olması gerektiği yerde bütüne hizmet eder.
Zaman ve mekânın belirsiz olduğu Şairin Romanı teknoloji öncesi dönemlerde geçtiği halde tarihi roman kategorisine alınamaz. Kahramanları ölüm, yaşam, aşk, zaman, sanat gibi temel konularda kafa yorup kederler yaşadığı halde çağımız insanının bunaltısı değildir kitaba egemen olan. Fantastik ve polisiye türlerine yakın olmakla birlikte bu iki tanım da eksik kalır. Şiirin, şairin, sanatın, emeğin yüceltildiği, özgürlükçü, eşitlikçi bir toplumun bu romanda hayat bulması romanın en fantastik yanıdır. Şöyle diyebiliriz yine de; ütopik, fantastik, tarihi, şiirsel bir polisiyedir Şairin Romanı.
Şairler, şiir, çocukluk, yolda olmak, zaman, tabiat, insan emeği, ölüm, yaşlılık, sevgi, varoluş gibi sorunsallar etrafında dönen anlatıda yelpaze kanatlı kuşlar, yalnızca erkeklere kokan menekşeler, baharatlar, farklı çay kahve türleri, Bendag, Zeey, Tagan, Gammen, Qkhanyus, Lelula, Vylea gibi okuması söylemesi, yazması zor isimler çıkar karşımıza. Yerküre adlı bir gezegende, Anakara ülkesinde geçer Şairin Romanı.
Bir yanıyla da oldukça Ortadoğulu ve tanıdık; tokaçlarla çamaşır ya da yapağı yıkayan kadınlar, anasının babasının elini öpüp yola koyulan delikanlılar, tükürükleriyle avuçlarına, kayalardan kına yakanlar, ayvanlar, avlular Güney ve Doğu Anadolu’yu anımsatan ögeler olarak belirir. Ayrıca İslam öncesi Arap toplumuna göndermelere de rastlanmakta: Herkesçe malum olduğu üzre, sonradan Cahiliye Devri olarak adlandırılan dönemde belagat sanatına değer verilirdi, şiir yarışmaları yapılır, dereceye giren şiirler Kâbe duvarlarına asılarak sergilenirdi. Şairin Romanı’nda şiirler şehirlerin kale surlara çekilir, insanlar bu şiir bayraklarını okumak için surları ziyaret eder. Ayrıca romanda okuma yazma bilmeyen (ümmi) kör kadın kahramanın adı Ümma’dır.
Şairin Romanı çağımızın en büyük sorunu haline gelen teknolojiyi ve kapitalizmi yadsır. Yerküre adında, henüz teknolojinin talanına uğramamış bir gezegende geçer. İhtiyacı kadar üreten insanlar para kavramından neredeyse hiç söz etmez. Yaşamsal deneyimler, bilgiler usta çırak ilişkisiyle kuşaktan kuşağa aktarılır. Ortaklaşmacı bir yaşamın sürüldüğü gezegende, insanlar, farklı disiplinlerde kendilerini eğitir; emek ve üretim en yüce değer olarak öne çıkar. Şairler dışında; terzi, matematikçi, sözlükçü, tiyatrocu, ressam, marangoz, pastacı vb. farklı meslek erbabından insanlar da romanda yer alır. Yetenekleri doğrultusunda hayatın içinde yer alan aktif insanlar, daima bir eyleyiş içindedir, el emeği/ kol gücü değerlidir. Bunun yanı sıra toplumsal yararın gözetildiği işler gönüllülük esasıyla yerine getirilir.
Din ya da inancın insanlar arasında ayrımcılığa ya da nefrete neden olmadığı Anakara’da, şiire saygı ortak bir özellik olarak öne çıkarken, din ya da tanrı olgusuna değinilmez. İnsanlar ağaçlara, tabiata yönelik ritüelleri yerine getirip sungularda bulunur ancak herhangi bir tanrı ya da din kavramına öne çıkartılmaz. Bu yanıyla bakınca yazarın aklın egemenliğine teslim olduğu gibi bir kanıya kapılmamak gerekir. Akıl ve sezgi birbirine zıt kavramlar mıdır, sorusu etrafında yanıtlar aranır. Gizemli mistik ögelere sıkça yer verilirken, nehirlere, hayvanlara, taşlara doğa ötesi güçler yüklenmiş. Rüyalar aracılığıyla insanların haberleşebildiği, ortak rüya havuzlarında birbirlerinin rüyalarına girebildiği bir evren yaratılmış.
Romanın ilgi çeken bir diğer yanı da acıkan insanların üzümlü kekler, kurabiyeler, çubuklar, meyveler, tohumlar yiyip bitki çayları, kahveler içmesi. Neredeyse herkes vejetaryen. Beslenmeyle ilgili bu tavır yazarın türcü yaklaşımlara, hayvan katliamlarına, tabiatın talan edilişine karşı bir çözüm önerisi gibi okunmaya uygun. Bazı hayvanların nesillerinin tükeniyor oluşu sıkça yer bulur kitapta. İnsanın, tabiatın bir parçası olduğu, tabiattan uzaklaştıkça huzuru, mutluluğu bulamayacağı vurgulanır.
Şehirleri adil ve kadirşinas satraplar idare edilirken, insan ilişkilerinde içtenlik ve saygı ön planda. Heteroseksüel dayatmacılığın görece daha az hissedildiği, kederlerini bir başına ve soyluca yaşamayı bilen, iyi ve mutlu insanların toplumudur sayfalar arasında bulduğumuz. Anlatılan bu tabloyu romanın kötü karakterleri bile bozamaz, böyle bir dünyada yaşama ihtimali okurun aklını çelip düşler kurdurur. Yazar kurgusal evrende de olsa ideal bir dünya inşa etmiştir.
Roman, en başından itibaren yol ve yolculuk temaları üzerine kurulu. Şiire, yaşama, varoluşa, aşka, zamana, ölüme dair yan anlatılar gidilen kentlerle, görülen manzaralarla, tabiat ve hayvanlarla zenginleşse de aslında okur üç farklı yolculuğu birleştiren bir düğüme doğru yol alır. Birinci yolculuk bilge şair Bendag’ınki: Bendag, elli yıl önce ayrıldığı yurduna doğru, ölümü orada karşılamak arzusuyla, yola çıkar. Kimliğini gizleyerek yaptığı bu yolculukta aslında ölmeye yatmaya hazır olmadığını, kanının susmadığını anlar, tüm yol hikayelerinde olduğu gibi yol yolcuyu değiştirir, dönüştürür.
Yirmi yıl boyunca evinden hiç çıkmadan yaşayan şiir filozofu Moottah’ın aniden yola çıkmaya karar vermesi, yola çıkarken yanına iki farklı ikiz çiften iki çocuğu, (Zeey ve Tagan) çırak alması, romanın ikinci yolculuğu. Moottah güzergahındaki kentlerde molalar verir. Bu molalarda kendisini dinlemeye gelenlere şiir hakkındaki düşüncelerini anlatır. Zeey ve Tagan, ayrıldıkları ikizlerini özleyerek, öğrenerek, büyüyerek ustalarına eşlik eder.
Yalnızca şairleri öldüren bir katilin izini süren atlı polis Gamenn’in yolculuğuysa romanın üçüncü yolculuğu. Birbiriyle ilgisi yok gibi görünen bu üç yolculuk, okuru, yeni hikâyelerle, kişilerle ve farklı maceralarla tanıştırır. Romana matruşka benzeri bir yapı egemendir, hikâye içinde hikâye.
Murathan Mungan, “şiirin gerçeği soldurduğunu” söyletiyor kahramanına. Yalnızca şiirin değil, romanın da gerçeği soldurduğunun kanıtıdır Şairin Romanı. Yeni ve kendi gerçekliğini kurmayı başaran bir başyapıttır üstelik.