Vedat Türkali, “Bir Gün Tek Başına” metninde, “Baba” karakterine aydınların korkusu üzerine şunları söyletir: “Susarlar, dedi Baba, çünkü bir tek özelliği vardır bizim aydınımızın, ortak yanı tümünün: Korkar.” Neden korktuklarını da Türkali şöyle açıklar: “Korkudan öte bir şey bu. Bağımlıdır kafası. Öylesine alışmıştır ki bağımlılığa, doğaldır onun için. Korkusu da doğaldır. Nedenini kendisi de bilmez çoğu kez, içine işlemiştir, içgüdüsü gibi. Devlet korkusu deyin, eski bir deyimle ‘Hikmeti Hükümet’ korkusu deyin. Karanlıkta korkan bir çocuk gibi olmayacak türküler tutturur hep.”
“Kapitalizmde Korku” metninin yazarı Dieter Duhm, “korku” için, “…bireysel gereksinmelerle toplumsal istemler arasındaki çelişkiden doğar,” der. Bu korku doğal, yalın, insancıl bir korku değildir; kapitalizmin yarattığı nevrotik korkudur. Bu tür korkunun, insanın kendi uydurduğu akıldışı ve gerçekdışı nedenleri vardır ki çoğu toplumsal kaynaklıdır. Toplumsal korku, hakkı olduğu halde varlıkların ortaklaşa sahibi olamayan, ondan yararlanamayan kişinin, toplumsal güç ve varlıklara yabancılaşmasından doğar.
“Aydın sesini çıkaramaz hiçbir zaman: İşsizlik korkusundan, açlık korkusundan, can korkusundan!” Sermaye, büyümesi için istikrar ister, iş barışı ister, güven ortamı ister. Yalnız, sermayenin istediği istikrar, barış ve güven, sözlüklerdeki anlamlarından farklıdır. Sermayenin istediği istikrar, artan fiyatların istikrarsızlığı, enflasyon istikrarsızlığı ve bu istikrarsızlıklara karşı halktan önce aydının istikrarlı olarak baş eğmesi, sesini çıkarmamasıdır. Sermayenin istediği barış, kendi örgütlenmelerine karşın, emekçilerin/aydınların örgütlenememeleri, biçimsel sözde örgütlenmelerle kandırılması, siyaset dışı kalması, sermaye emek dengesinin kurulamaması karşısında, aydının edilgin bir barış içinde sesini çıkarmaması demektir. “Öylesine büyümüş ki bu korku: Nedeni, türü, nerden, nasıl çıktığı da unutulmuş da salt korku kalmış. Put olmuş korku, beyinleri sınırlıyor: Kocaman bir karanlık. Umutsuz…” (Bir Gün Tek Başına- V. Türkali)
“Azgelişmişliğin Mekanizması” metninde J.M. Albertini, kültürsüzleşmeyi, “Bir grubun, diğer bir kültürle ilişkisi sonucu, kendi kültürünü değiştirmesi; hatta bütünüyle kaybetmesi olayıdır. Azgelişmiş ülkelerin şehir ekonomileri, hayat biçimleri bakımından, ülkenin geri kalan kısmına yabancıdırlar. Batılılar film, reklamcılık, eğitim ve yabancıların varlığı yoluyla; şehir halkı üzerinde, egemenlik kurarlar. Şehir, geniş ölçüde ‘kültürsüzleştirilmiş’ bir toplumdur…” diye tanımladı. Bu yaşam tarzına göre; işbirlikçiler ilerici, halk da gerici oluyordu. Kendilerini aydın olarak adlandıran emperyalist işbirlikçilerinin Cumhuriyet devrimlerinin içini boşaltarak, şeklen Batı burjuvasına benzer bir yaşantıyı ve sarfiyatı özgürlük olarak benimsemeleriydi. Ekonomik ve politik egemenliğin ötesinde, sömürgecilik, üçüncü dünya halkının kişiliğini derinliğine hedef alan, geniş bir beyin yıkama kalkışmasıdır. Sömürgecinin “evrensel kültür” söylemi, öncelikle aydınların zihinlerinin istila edilmesidir.
Yenidünya düzeninde kullanılabilir aydınlar, eskisi gibi artık baskıyla, zorla korkak duruma getirilmiyorlardı. Topluma egemen güçlerin istemleri doğrultusunda bir aydın modeli oluşturuldu. Gazetecilerden, edebiyatçılardan, eleştirmenlerden, sanatçılardan halkın farkına varamadığı zorba güçlerle uyumlu, kendisi ve başkalarıyla hesaplaşmayan, çevresini sorgulamayan, olayları, kişileri eleştirmeyen aydınlar topluluğu yaratıldı; tek tipleşen bu uyumlu aydınların ürettikleriyle aynı biçimde düşünen halk kitlesi oluşturuldu. Bu durumu Aziz Nesin, Korkudan Korkmak metninde şöyle saptar: “Aydın, üst beniyle hem kendi kendinin polisi, hem de jurnalleyeceklerinin gönüllü gözetmeni oldu.”
Batı burjuvasını taklit hareketleri olmalarına rağmen; sistem ve yarattıkları kitle kendi içinde bunu “İlericilik” olarak değerlendirdi. Aydının, gerçek anlamda özgürlüğün veya uygarlığın yolunda hiçbir reform yapma, fikir üretme derdi olmadı. İlericilik, salt Batı burjuvaları gibi bir yaşam tarzına sahip olmaktı. Yabancı dil bilene, giyim tarzı Batılı olana, zevkleri Batılı tarzda gelişenlere “Uygar- Modern-Aydın” denildi. Aklını emperyalist kültür dünyasına kiralamış aydınların, ilericiliği temsil etmelerinin gerçek anlamıysa; halkın emeğinin sömürülmesinden kazanılan paraların kendilerini besleyenlerle beraber şatafatlı Batı tarzında/taklitçiliğinde sarf edilmesiydi: Şampanyalar, pahalı giysiler, gece kulüpleri, Avrupa yolculukları ilericiliğin göstergeleriydi. Türkiye’nin emek demokrasisi yönünde bilinçlenememiş halkı, kendisine çok ters gelen bu yaşantı tarzını asla kabullenmedi: Hıristiyanlıkla, Anadolulu olmamakla, ihanetle eş gördü aydını! Günümüzün siyasi ve kültürel hareketi değerlendirilirken bu tespit unutulmamalıdır.
Türkali, “Yalancı Tanıklar Kahvesi” romanında, aydınlarının gücü allayıp pulladığını, halka karşı gerçek sorumluları sakladıklarını, yüreksizliklerini göremediğini söyler: “ Anadolu’da bir kentte, Adliye Sarayı’nın karşısında ‘Yalancı Tanıklar Kahvesi’ varmış! Yalancı tanık arayan iş sahibi gidip biriyle anlaşır duruşmaya çıkarırmış. Adam girmiş kahveye, bakınırken biri sokulmuş hemen; Yardımcı olabilir miyim? Nedir sorun? Bir alacak davası, demiş adam. Hâlâ vermedi değil mi, o namussuz herif paranızı! Adam biraz çekinerek, para benden isteniyor demiş. Hemen yetişmiş herif, kaç kez vereceksiniz beyefendi, kaç kez vereceksiniz!” Güçlünün dünyası aydını kullanmakta, uyarına gelirse yalancı tanıklığa almaktadır. Aydın bir dilim ekmeği bulduğunda da kendini özgür zannetmektedir. Korkudan kurtulmanın en çok kabul gören yolu, korkuyu yaratan toplumsal güce boyun eğerek, onun yalancı tanığı olmak, korkuyu özümseyip içselleştirmektir. Kişi artık kendini efendi sanan uşaktır ve uşak uyum sağladığı efendisiyle özdeşleşmiştir; yüreksizliğini yüreklilik sanır: “Tek boyutluluğunu kişilik sanır. Kişisel saldırganlığını uygarca yüreklilik sanır.”
On üçüncü yüz yıldan sonra halkından kopmuş Türk aydını; düşünceleriyle, duygularıyla, inançlarıyla, belki de en önemlisi diliyle yedi yüz yıldır halkından ayrıdır. Oysa korkuyu yenerek gireceği yolda sırtını dayayabileceği, gücünü üretimden alan bir kitle bulunmaktadır: “Ülkücü, eylemci, halkçı aydının en yüce örnekleri vermiş Türk halkı. Türkmen hocasını, Yunus Emre’yi çıkarmış. En soyut kavramları, düşünceyi nasıl iletmiş halka! Ne inançtır, ne güvençtir o, halkın diline, anlama, kavrama yeteneğine!” Aydın, bugün halkına sırtını vererek, Yunus Emre’nin bıraktığı yerden yeni bir söylem geliştirerek yola yeniden çıkma cesaretini gösterebilmelidir.
Kaynak:
Güven; Vedat Türkali; Gendaş Yayınları (4 cilt)
Bir Gün Tek Başına; Vedat Türkali; Ayrıntı Yayınları
Yalancı Tanıklar Kahvesi; Vedat Türkali; Ayrıntı Yayınları
Korkudan Korkmak; Aziz Nesin; Nesin Yayınevi
Kapitalizmde Korku; Dieter Duhm; Çeviri: Sargut Şölçün; Kırmızı Yayınları