Hukukun üstünlüğü denildiğinde hepimizin aklına basitçe suç teşkil eden herhangi bir olay karşısında suçu işleyenin konumuna, itibarına, zenginliğine bakılmaksızın adaletin işletilmesiyle birlikte; haklıya hakkının verilmesi ve suçlunun da cezasız kalmaması gelir. Akil bâliğ herkesin temennisi de bu yöndedir zaten.
Lakin her suç ya da suçlamanın hukukî zemine taşınmadığı ya da taşınamadığı da bir gerçektir. Bilhassa da iş hayatında…
Üstelik çoğunlukla çalışan kadının yöneticisi tarafından maruz kaldığı taciz olaylarında, tacizcinin konumu gereği olaya tepki göstermekte zorlanan yahut dedikoduya ve yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemeyen mağdur, yasal işlem başlatmayı tercih etmek yerine durumu sineye çekmektedir. Bu nedenle; iki kişi arasında yaşanan bu gibi tanıksız vakaların ispatlanmasındaki güçlük ya da daha önemlisi olayın ayrıntılarının alenileşmesi, mağduru olayı ifşa etmekten ve yasal yollara başvurmaktan alıkoymaktadır.
Taciz, herkesin başına gelebilir! Bir kadın olmam hasebiyle hemcinslerimin iş hayatındaki verimliliğini, iş tatmin duygusunu gölgeleyen ve bazı kesimlerce görmezden gelinen ya da ötelenen sorunları gündeme getirmeyi bir görev bilirim. Ne var ki günümüz kadınlarının çalışma hayatında yaşadığı sıkıntıların başındaki en büyük sorunlardan birinin de taciz olduğunu duyuyor ya da görüyoruz.
Peki, çalışma hayatında hem psikolojik hem de fiziksel olarak tacize uğrayan kadının bu çileli durumu dile getirmesi halinde idareci/yönetici yaklaşımı nasıl olmaktadır?
Tacize uğramak başlı başına sıkıntılı bir durum iken bir de bu durumu bir başkasına aktarmak ve ondan yardım istemek apayrı bir buhran değil midir?
Ayrıca mağdurun sessizliğini bozması, konunun yoruma açık hale gelebileceğinin de en belirgin habercisi değil midir?
Tüm risklerin göze alınarak idareciye/yöneticiye aktarılan çirkin ve rahatsız edici taciz olayları çözüme kavuşabileceği gibi, çoğunlukla kurum itibarını ön planda tutma kaygısı ile hareket eden kurum yetkililerinin tacize uğrayan tarafı ötekileştirebileceği gerçeği de unutulmamalıdır. Bu gibi hallerde mağdur, işten atılabileceği gibi başka bir kurumda çalışmak üzere de görevlendirilebilir.
İş bununla da bitmez elbette. Herhangi bir ötekileştirme eğiliminde mağdurun çalışma arkadaşları da bir süre sonra isteyerek ya da istemeyerek de olsa vurun abalıya sürecine dâhil olur. Bazıları gücün o görkemli çekiciliğine dayanamayıp çabucak kabuk değiştirir, bazıları kendine zarar geleceği endişesiyle mağdurdan uzak durmaya gayret gösterir, bazıları “ohh olmuş!” der, bazıları sevinir, bazıları korkar…
İşte kartopu gibi büyüyen ikinci bir mağduriyetin doğuşuyla birlikte; kurumun itibarı gözetilirken mağdurun çarçabuk örselenen itibarı, zihinlerde puslu bir anımsayış olarak kalmaya mahkûm edilir.
Önemsenmeyen bir itibar savaşında cesaret, gücün eteğini öpene usulca ama ıstırap içinde sunulur. Geriye tiksintiden başka bir şey kalmaz…
Nitekim mağdurun susmayıp, cesurca tacize ve tacizciye başkaldırısı karşısında ise; diğerlerine nazaran sayıca daha az olan bazıları da bilakis takdir eder, hayran kalır elbette.
Güç ve adalet dengesinde hal böyle olunca toplumun kadına yüklediği anlam ve geleneksel değer yargılarından ziyade, kurumların siyasi ve idari yapılanma stratejilerinde izledikleri politikalara dayalı olarak, tacize uğrayan kişinin genellikle bu çileli durumu hiçbir şekilde dillendirmeyip üç maymunu oynama ihtimali yüksek diyebiliriz. Bu sebeple, çevrenizde sanki her şey pek yolunda gibi davranan, sinmiş kadınların olabileceğini göz ardı etmeyiniz.
Elbette ispata gebe olan tacizi kanıtlamak her koşulda mümkün olmamakla birlikte; “Medet Allah’ım Medet!” çığlıklarıyla yardım bekleyen kişiye kulak tıkayan vicdan, nasıl olur da bu durumu görmezden gelerek katılaşabilir? Bu, benim ve benim gibi düşünenler için büyük bir soru işareti olarak kalmaya mahkûmdur.
Aranızda ‘yoğurdum ekşi’ diyeniniz var mı bilmiyorum ama her zaman haklıya hakkının verilmediğini biliyorum. Tabii burada kimin haklı kimin haksız olduğunun ayrımında olabilmek de büyük bir meziyettir. Peki, bu meziyete sahip olmak mümkün mü?
Hemen hemen bütün idarecilerin/yöneticilerin sıklıkla adil olmaya/hakkaniyetli olmaya çalıştığını ifade etmesi, Albert Camus’un Yabancı adlı eserindeki toplumun değer yargılarına ters düştüğü için, giyotin cezasına çarptırılan Meursault’i hatırlatıyor bana.
Kaygı, keder, korku, aşk, neşe gibi her türlü duyguya yabancı olduğu kadar hayatı da umursamayan Meursault, idam edilmeden önce günah çıkartmasına yardımcı olması ve onu ölüme hazırlaması için görevlendirilen rahibin ısrarlı görüşme taleplerini reddeder. İdam mahkûmunun son ziyaretçisinin rahip olması âdettendir ama bu beklenmedik durumla karşılaşan rahip şaşkınlık içinde kalır.
Nitekim mahkûmun işlediği suçtan dolayı duyduğu pişmanlığa, maruz kaldığı ahlâkî ve fizikî çöküntülere şahit olmayı uman o rahip, Meursault’in hücresine izinsiz gider. Meursault, bu trajik durum karşısında kalan herkes gibi irkilir. İşte, sonrasında yaşananları yani aralarında geçen o can alıcı, sorgulayan konuşmayı, tacize uğrayana ve bunu görmezden gelene atfediyorum. Ne ilgisi var diyebilirsiniz elbette. Ama bu zoraki görüşmenin gidişatında Meursault, rahibe tanrının değil, insanların adaletiyle yargılandığını ifade eder. Ne muhteşem bir söylemdir. İlahi adalet yalnızca tanrı tarafından sağlanabiliyorsa, bir faninin adaletine sığınmak, ondan medet ummak ne kadar doğru acaba?
İnsanoğlu hayatının birçok evresinde haksızlığa maruz kalsa da ötekileştirilse de adalete dair olan gayretini, inancını kaybetmemeli elbette. Öncelikle, adil bir dünya için ihtiyaç duyulan tek mahkeme vicdan mahkemesidir. Kendinize hesap sorabiliyor ve hesap verebiliyorsanız bir başkasının sizi ötekileştirmesi kötü olduğunuz anlamını taşımaz. Ancak ortalık liyakatsiz, kifayetsiz muhterislerle dolu olunca, vicdan kavramının dinamiklerine bakmak gerekir.
Malumunuz akıl sahibi bir varlık olarak, aynı zamanda Yaradan’ın bizlere bahşettiği başka birçok özelliklerle birlikte dünyaya geliyoruz. Büyüdüğümüz çevrenin ve aldığımız eğitimlerin niteliğine ve niceliğine göre de şekilleniyoruz.
Ne yazık ki töre cinayeti işleyerek namusunun temizlendiğini düşünen birinin vicdanen herhangi bir rahatsızlık duymadığına, üstelik ait olduğu toplum tarafından saygı gördüğüne tanık olabiliyoruz. Bu nedenledir ki liyakatsiz, kifayetsiz muhteris bir zat rahatlıkla vicdanına kılıf uydurabiliyor. Yani, ahlâk ve namus bir erdem meselesi değilse tacizci korunur, mağdur ötekileştirilir. Sözün kısası öz saygınızı yitirmediğiniz sürece, Meursault gibi olayları ve insanları umursamamak da güzel bir tercih…
Gelişime açık, okuyan, sorgulayan, çok yönlü düşünen bir insanın ancak iyi ve doğru üzerine inşa edilmiş ahlâki değerlere sahip olabileceği ve bu doğrultuda vicdan muhasebesini yapabileceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz.
Zira insan, algısı kadar var olabiliyor bu dünyada.
Bu sebeple; tacizin boyutu ne olursa olsun toplum tarafından ‘tu kaka’ olarak nitelendirilme ihtimaline rağmen tacizi sineye çekmektense ortalığı ayağa kaldıran kişinin tutumu ile tacizin yarattığı huzursuzluk duygusuyla başa çıkamayan kişinin sessiz sedasız bulunduğu ortamı terk ediyor olması durumlarının her ikisi de onurlu birer başkaldırıdır.
Bu talihsiz durumla başa çıkacak olan yine küllerinden doğacak olan kadındır. İtibarının ve meslekî durumunun zarar göreceği gerekçesiyle tacize boyun eğen mağduru sebep mi sonuca götürür yoksa sonuç mu sebebe götürür o da bilinmez.
Ya başkaldır ya da git ama ne olursa olsun boyun eğme…