Yalnızlık ve Yabancılaşma Kıskacında Varoluş / Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk
Kitap İncelemeleri

Yalnızlık ve Yabancılaşma Kıskacında Varoluş / Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk

Rabia Coşgun

İçinde yaşadığımız çağı anlatmak için yazılan birçok roman, öykü ve şiirin konusu ya da imgesi mutlaka yabancılaşma ve yalnızlık olmuştur. Bu eserlerden de anlaşılacağı gibi çok az insan, içinde bulunduğu yalnızlık ve yabancılaşma duygusunun bilincine vararak bundan rahatsız olmamış, hatta oldukça bilinçli ve özenli bir şekilde bu durumlarını korumaya almıştır. Ancak çoğu insan yaşadıkları yabancılaşma ve yalnızlıktan rahatsız olup derin buhranlara, mutsuzluğa kapılarak kimi zaman intihara dek gitmiştir. Bazıları da bilinçli bir arayışla mutluluk yollarını aralamaya çalışmıştır ki bu arayışlar varoluşçu felsefenin de temelini oluşturmuştur.

 

Ayrıntı Yayınları’ndan Levent Tayla’nın çevirisiyle yayımlanan Alman yazar Wilhelm Genazino’nun 2009 yılında yazdığı Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk romanı çağımızın yabancılaşmış ve yalnızlaşmış bireyini ele alıyor. Ben-anlatıcı diliyle yazılan kitap, kahraman Wahrlich’in yaşama dair gözlem ve anekdotlarının etrafında ilerliyor.  Metin, kahramanın içinde bulunduğu sosyal ve psikolojik durumunu, kadın erkek ilişkilerini, aile kurumunu ve iş hayatını birey ve toplum üzerinden ele alsa da genel anlamda çağın insanının sürüklendiği çıkmazları ve yaklaşımları ele alıyor. Ataerkil düzenin insanı metalaştıran yaklaşımları feminist bir bakış açısıyla da irdeleniyor.

 

Felsefe doktorası yapmış olan Wahrlich, okulu bitirip de üniversite yıllarında aldığı kredilerin ödeme vakti gelince kendi alanında iş bulamayarak bir çamaşırhanede şoför olarak işe başlamış. Patronu onu işe almadan önce epey tereddüt ediyor. Onun çamaşırhane şoförlüğü için fazla donanımlı olduğunu söylüyor. Wahrlich’in dokuz yaşından itibaren başlayan huzursuzluğu, yalnızlığı ve suçluluk psikolojisi bu işe girmesiyle derinleşiyor. Zamanla işinde müdürlüğe kadar yükselse de o, bunun yükselme mi, alçalma mı olduğundan kuşkulu. Kendini ait hissetmediği ancak çalışmak zorunda olduğu için yaptığı iş yetmez gibi onu ispiyonculuğa kadar sürükleyen katlanması zor bir patronu vardır.

 

Bir filozof muyum ben, bir estetik uzmanı mı, sessiz bir iletişimci ya da bir kavramsal sanatçı mıyım? Acaba bunlardan birini yeterince karnımı doyuracak ve bana sonunda anlamlı bir yaşamım olduğunun güvenini verecek bir mesleğe nasıl dönüştürebilirim? Bir anlamda bu sorunun içinde benim mutsuzluğumun özü yatıyor.”[1]

 

Bir bankada çalışan sevgilisi Traudel ile aynı evi paylaşmaktadırlar. Sevgilisine ve esasında içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına ters düşen yaklaşımları aralarında bazı çelişkiler oluştursa da bu çelişkileri çok derinleştirmeden, uyum yollarını bulmaya çalışarak, mutlu bir birliktelikleri olduğunu düşünmektedir. Traudel, hem vazgeçilemeyecek kadar güzel hem de oldukça modern, güzel giyinen, kendisine bakan ve bunları önemseyen bir kadındır. Wahrlich ise bunun tam tersidir. Traudel’in eskileri atması ve yeni giysiler alması konusundaki ısrarlarına sözle olmasa da -sevgilisini kırmak da istemez- davranışıyla direnir. Eski pantolonunu balkona asarak bir süre ipten indirmeme kararı alır. Her akşam oturduğu koltuktan pantolondaki değişimleri gözlemler. Bu şekilde zamanın akışının görünür olduğunu ve bu duyguyu sevdiğini düşünür.

 

“İnsanların eskilerini atma konusundaki tuhaf hevesi bence, paralanan giysilerin işaret etmeye çalıştığı süreci yadsımanın bir sonucudur. Zaman zaman eskilerimi giyip onları bedenimde görüp hissederek yaşamsal korkularımı savuşturuyorum.” [2]

 

Kitapta yukardaki alıntıya benzer içsel monologlara sıkça rastlıyoruz. Bu sesler, dayatmalara uymadığında, yaşadığı dışlanmışlık ve suçluluk psikolojisiyle başa çıkmaya çalıştığı zamanlarda daha çok duyulmaktadır.  İletişim kurmayı kendi yalnızlığına tercih eden çağın insanının yansımaları olarak okunabilir. Böylelikle Wahrlich’de iç dünya ve dış dünya arasındaki çatışma üst düzeyde gidip gelir. Bu gibi huzursuz zamanlarda kendini bulunduğu ortamdan kopararak gözlemler yapmaya başlar. Bu gözlemlerinden çıkardığı anlamlarla mutlu olmaya çalışır; bazen bir köpeğin hapşırması bile onda bir anlam demeti oluşturur.

 

Muzsuzluk Zamanlarında Mutluluk’ta ev, iş yeri ve kafe gibi mekânlar temel yaşam alanları olarak ele alınıyor. Birinci mekân olan ev, Traudel ile hayatının merkezini de oluşturuyor. Ama bir gün sevgilisinin çocuk isteğini dile getirmesiyle çelişkilerinin en derinini yaşamaya başlıyor. Çünkü anne babasının evliliği, babanın ailesini ve özellikle de çocuklarını garipsemesi onda evliliğe karşı görünse de esasında bağlanmaya, bağ kurmaya karşı bir travma oluşturmuştur. Bu çocuk istemi asıl huzursuzluğunu ortaya çıkarır ve sevgilisiyle çoğunlukla sessiz çatışmalara girer. Anne babasının nasıl sıkıntılarla yüz yüze kaldıklarını, bunların altından kalkamadıklarını, zaman geçtikçe ilişkilerini ve insani özlerini yitirdiklerini ve sonunda evliliklerinin nasıl esarete dönüştüğünü düşünür. Anne babasının yazgısını yaşama korkusu ağır basar. Bu konuda haklıdır da. Nihayetinde anne babasının yaşadıkları sosyal-ekonomik yapı ile kendilerinin yaşadığı yapının özü aslında aynıdır. Çünkü sistem, sadece fazladan giysi, eşya aldırarak bir tüketime yol açmaz. En temelde kadın erkek ilişkilerinin olumlu duygulara dayalı insani özünün içini boşaltır. Başta kadını hem fizik hem de duygu olarak çökertir ve bu anlamda evliliği de tüketim amaçlı bir kuruma dönüştürür. Ve kahramanın bunalımlı hallerinde evde bulduğu başka bir çözüm ya da kaçma noktası da televizyon seyretmektir. Esasında televizyon ilgi alanı olmadığı halde konuşmaktan kaçınmak için uzun süreli televizyon programlarına dalar. Bunu yaparken, televizyonun insanların çaresizliğini acımasızca nasıl sömürdüğünün bilincindedir.

 

Wahrlich, yaşam karşısında aslında insanların yürekleri sıkıştığı halde kimsenin bir şey yapmadığından da yakınıyor. Ama kendisi de çok farklı değildir. İç sıkıntısını aşmak için yaptıkları, çözüme odaklanmadan sadece o anı ya da durumu kurtarmak için bulduğu yöntemlerdir. Pantolonu balkonda çürürken kendisinin yıpranmadan kalacağını tasarlıyor. Ya da kafede yere düşürdüğü keki alması beklenirken üstünde tepinerek keki daha çok dağıtıyor. Benden istenileni olduğu gibi yapmayacağım protestosuyla bir anlamda pasif direniş sergilemeye çalışıyor.

 

Hiçbir yere bağlanamama, uzun süreli bir mekânda kalamama takıntısı işten çıkarılmasına sebep olur. Yeni bir iş başvurusu esnasında işverenin Doğu Almanya’yı hor gören, küçümseyen yaklaşımı karşısında iş başvurusundan vazgeçer.  Ekonominin ikiyüzlü ve çıkara dayalı yapısının toplumu küçümseyen, hatta böcek gibi gören mekanizması tarafından kuşatılmış olduğunun derinden farkına varır. Psikozları, huzursuzluğu arttıkça davranışları da daha anlaşılmaz hale gelir. Yaşadığı bu durum karşısında kendisini akıl hastanesine yatıran sevgilisini de kendisine ihanet etmekle suçlar.

 

Kitap varoluş sorunlarını derinlemesine ele alsa da yazarın üslubu, kullandığı dilin sadeliği, günlük yaşamdan derlenen ayrıntılar rahat bir okuma imkânı sunuyor. Kimi yerde esprili diliyle insanı güldürmeyi başarıyor.

 

“Onlarca yıldır daha iyi bir hayata hazırlanıp duruyorum. Ama o hayat bir türlü gelmek bilmiyor. İnsanın kendi mutsuzluğuyla ilişkisinin sadece onu beklemek olduğunu fark edene kadar uzun bir süre duygusal ve melankolik bir halde yakınıp durdum.”[3]

 

Kahramanın bu sözlerinde de dile geldiği gibi kendini daha iyi bir hayata hazırlamak, daha iyiyi yaşama arzusu ve arayışı belki de tüm insanların temel gayesidir. Son söz niyetine denilebilir ki mutlak mutsuzluk olmadığı gibi, mutlak mutluluk da yoktur. Anlar vardır, ve akıp giden bir hayat.

 

 

[1] Genazino, age., s. 13.

[2] Genazino, age., s. 17.

[3] Genazino, age., s. 120.