Yazıhane
Edebiyatın İzinde

Yazıhane

İbrahim Berksoy

1.Yazarların uğraşı

 

Yazarların da aslında bizler gibi birer okur olduğu düşünüldüğünde biz okurlar için yazarların okuma ve yazma uğraşlarını, nasıl okuyup nasıl yazdıklarını kendi anlatımlarından okumak ilginç olabilir. Murathan Mungan epey zaman önce Yazıhane (Metis Yayınları, 2003) adıyla yayımladığı bir seçkide yazarların kendi okuma ve yazma serüvenleri hakkında yazdıkları denemeleri bir araya getirmişti. Seçkide yer alan George Orwell’ın “Niçin Yazıyorum”, Eugene Ionesco’nun “Yazar ve Sorunları”, Roland Barthes’in “Yazmak İçin On Neden”, Ellias Canetti’nin “Yazarın Uğraşı”, Marguerite Duras’nın “Yazmak” adlı denemelerini (Seçkiden en çok aklımda kalan denemeler bunlar olduğu için özellikle bunları andım. Seçkide başka denemeler de var.)  o günlerde ilgiyle okumuştum. Bu ufuk açıcı denemeleri ara sıra hâlâ açar okurum. Murathan Mungan’ın Yazıhane seçkisiyle açtığı bu verimli yolu daha sonra başka seçkiler, yazarların bu konuda yazdıkları bağımsız kitaplar da aldı. Şimdi bu alanda elimizin altında hatırı sayılır bir kitap listesi ile dergilerde yer alan özel sayılar var.

 

Murathan Mungan, yaptığı bu özel seçkiye yazdığı önsöze “Yazıyorum ve Bilmiyorum” başlığını koymuş. Bir yazarın kendisine soracağı “niçin yazıyorum” sorusunun bilinemezliğine değinmiş. Sonuçta içtenlikli bir dille şunları söylemiş: “Aslında bütün yaptığımız deneyimlerimizi paylaşmaktır. Edebiyat söz konusu olduğunda deneyim özel bir önem kazanır. Bunu söylerken hem yazı hem yaşam deneyimi anlamında bir deneyim zenginliğinden söz ediyorum…”

 

Yazıhane’de yer alan denemesinde, deneysel tiyatro akımının ustalarından Rumen Eugene Ionesco, kendisine yöneltilen “niçin yazıyorsunuz” sorusunu, yazar-okur ilişkisi bağlamında şöyle yanıtlar: “Ben bir yazar olabilirim, ama sizler neden benim okuyucularımsınız?” Bu soru, günümüzün kitle kültürü çerçevesinde üretilen binlerce tür endüstriyel kültür ürünüyle kuşatılan okur için seçici olmanın önemini vurgulayan ciddi bir sorudur. Aynı denemede Ionesco, yazar-okur bağlamında karşılıklı etkileşime dayalı ilişkiye tiyatro dünyasından bir örnek verir: “Yazarın bir oyun yazdığı, oynayanların bir başkasını sahneye koydukları, seyircilerin de üçüncüsünü gördükleri söylenir.”

 

Okurun kuşatılmışlığı sorununa bir yazısında Jorge Luis Borges de değinir. Borges, “soluk, belirsiz küllerin yokluk ve uykuyu andıran” sisli evreninde yaşayan okurun çilesini Kral Midas’ın yazgısına benzetir: Çevresinde yiyecek ve içecek dolu iken açlıktan ölmeye mahkûm olmak. Nükleer faciadan kurtulan tek insan olan doymak bilmez bir okur. Tüm kitaplar artık onundur ama o, kaza ile gözlüklerini kırar. (Aktaran Alberto Manguel, Okumanın Tarihi)

 

Burada, okurun yalnızlığı üzerine biraz durup düşünmek gerek. Yazarın yalnızlığı üzerine pek çok şey söylendi. Bu konuda Fransız romancı Marguerite Duras’nın kendi yazarlık deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı “yazmak” adlı uzun denemesi yol gösterici olabilir. Murathan Mungan’ın Yazıhane’sine giren bu önemli denemesinin bir yerinde Marguerite Duras yalnızlık üzerine şu satırları yazmış: “Şimdiye kadar kimse iki sesli yazmamıştır. İki sesle şarkı söylenmiş, müzik yapılmıştır, tenis de oynanmıştır, ama yazmak, hayır.”

 

Çeşitli dönemlerde yazarların yazdıklarını topluluk önünde okudukları olmuştur ama bu yazarın ve okurun yalnızlığını gidermez. Bizde de 1950’li yıllarda “edebiyat matineleri” adı altında salonlarda şairler topluluk önünde şiirlerini okurlardı. Attilâ İlhan, Özdemir Asaf, Hilmi Yavuz bu etkinliklerde coşkuyla şiirlerini okurlardı. Sovyetler Birliği zamanında Rusya’da da benzer şekilde şairler yüksekçe bir yere çıkıp kahvelerde şiirler okurmuş. Ünlü Sovyet şairi Yevtuşenko 1980’li yılların ortalarında Ankara’ya gelmişti. Yağmurlu bir Ankara gününde kitabevi önünde o günlerde biz bir avuç şiirsevere yağmur altında yüksek sesle şiirlerini okumuştu. Kendi dilinden anlamasak da o gün orada “gençlere yalan söylemek yanlıştır” diyen şairin o teatral şiir sesi hâlâ kulaklarımdadır. Öğrenciliğimin en güzel yıllarıydı; o güzelim yağmurlu günü nasıl unuturum…

 

Yazar da okur da yazarken ve okurken yalnızdır. Yazarı ve okuru buluşturan en önemli ortak paydalardan biridir yalnızlık. Yazarı ve okuru özgürleştiren de aslında bu yalnızlık duygusudur.

 

Hemen her konuda söylenecek sözü olan Montaigne, yazar-okur ilişkisini kitaplar üzerinden şu sözlerle ele almış: “İki alışveriş, (dostluk ve aşk) rastlantılara ve başkalarına bağlıdır; biri aramakla bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için hayatımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü alışveriş, kitaplarla kurduğumuz ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin başka üstünlükleri vardır, ama u üçüncüsü daha sürekli ve daha kolayca yararlıdır. Ömür boyu yanı başımda, her yerde elimin altındadır.”

 

Yazarın ruh halini yansıtması bakımından Montaigne’in şu sözlerini de anmadan geçemeyeceğim: “Kimi kitaplar vardır, salt konularıyla yararlı olurlar: Değerlerinde yazarın payı yoktur. Üstelik öyle iyi kitaplar, öyle faydalı işler vardır ki insan yapmış olduğuna utanır. Mesela ben şimdi tutsam istemeye istemeye bizim memleketin yemeklerini, kıyafetlerini yazsam, zamanımızdaki kralların fermanlarını, halkın eline geçen mektuplarını toplasam; güzel bir kitabın özetini çıkarsam (ki güzel bir kitabın her türlü özeti saçma bir özet olur ya!) ve o kitap sonradan kaybolsa, buna benzer daha başka işlere girişsem. Elbette gelecek nesiller bu yazılarımdan eni konu yararlanabilir; ama ben o zaman talihimden başka neyimle övünebilirim? Nice ünlü kitaplar, böylesi kitaplardır.”

 

Montaigne’den bugüne kitaplar üzerine çok sözler edildi. Örneğin Çek yazar Franz Kafka kendisiyle bir dizi söyleşi yapan Jack Janouch’un “kitaplar olmadan yaşayamazdım. Benim için onlar dünya demektir,” sözü üzerine, “bu hata,” der, “bir kitap dünyanın yerini tutamaz. Bu olanaksızdır. Yaşamda her şeyin kendi anlamı ve amacı vardır ve bunların yerini başka bir şey alamaz. Bir kişi, kendi deneyimini, örneğin, başkasının kişiliğinden yola çıkarak sağlayamaz. Dünyaya göre kitapların konumu bu. İnsan bir örtücü kuşu kafese kapatır gibi yaşamı kitapların içine tutsak etmeye çalışıyor, ama bunun yararı yok.”

 

O Franz Kafka ki en yakın arkadaşı Max Brod’dan öldükten sonra yazdıklarını yayınlanmayıp yakılmasını istemiştir. İyi ki Brod arkadaşının bu isteğini yerine getirmedi ve biz Kafka’yı okudukça tanıdık.

 

Ünlü Fransız romancı Gustave Flaubert Haziran 1857’de Matmazel de Chantepie’ye Mektup’ta “yaşamak için okuyun” der.

O Gustave Flaubert ki Madam Bovary adlı ölümsüz eseri üzerine kendisine yöneltilen “Madam Bovary kim” sorusuna “Madam Bovary benim” der.

 

 

2.Okurların uğraşı

 

Yazarlara niçin yazdıkları çok sorulmuştur da okurlara neden okudukları pek sorulmamıştır. “Niçin yazıyorsunuz” sorusu kadar “niçin okuyoruz” sorusu da önemlidir. Yazmanın olduğu gibi okumanın da bir tarihi vardır ve bu tarih önemlidir.

 

Kitapların görece az okunduğu dönemlerde bunun nedenleri dergilerde, gazetelerin kültür-sanat sayfalarında ele alınır, yazarlara zaman zaman bu yönde sorular sorulur. Reşat Nuri Güntekin de “niçin kitap okunmuyor?” sorusuna kendi döneminde (1953) şu yanıtı vermiş: ” ‘Niye kitap okumuyorlar?’ demek, ‘Niye piyano çalmıyorlar?’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, ona göre hazırlanmak lâzım gelirdi. Okumak bir kitaptan alınan elemanlarla, kendine manevî bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu, ta çocukluktan başlayan uzun alışkanlıklar ve egzersizler neticesidir.”

 

Reşat Nuri, bu yanıtıyla, aslında, “okuma uğraşı”nın çok katmanlı oluşuna dikkat çeker.  Özellikle “edebiyat okumaları”nda sıkça sözünü ettiğimiz “okuma keyfi”ne ulaşmada çok katmanlı okuma uğraşının etkisi büyüktür. Aslında kendi okuma pratiklerimize baktığımızda da bu çok katmanlı okuma uğraşını hemen fark ederiz: Bir öyküyü, romanı elimize aldığımızda önce olayları ve karakterleri izler, merak ve heyecan duygusuyla soluk soluğa okumaların ötesine geçemeyiz. Eğer bu ilk okuma katmanı bize bir okuma tadı vermişse, o tadı keyfe dönüştürmek için geriye dönüp sayfalar arasında bu kez bir başka biçimde kayboluruz. Bu kez metni “alıcı gözüyle” okur, anlatılanlardan daha başka anlamlar çıkarmaya çalışırız. Kimi zaman da okuduklarımızdan edindiklerimizi, aldığımız keyfi, çeşitli edebiyat ortamlarında paylaşma isteği duyuyoruz.

 

ODTÜ’de öğrenciyken okuduğum sıra dışı bir roman beni çok etkilemişti. Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın başyapıtı Seksek’ten söz ediyorum. Deneysel bir edebi ürün olarak da okunabilecek bu roman, tıpkı seksek oyunu gibi sıçramalı (çok katmanlı) bir okumaya olanak sağlar. Kitabın başında yazar sıçramalı bir okuma planı sunar ve belirli bir bölümden sonrası için “okunması zorunlu değildir” notunu düşer. Seksek’te olduğu gibi, elimize aldığımız bir kitabın bazı bölümlerini atlamak, kimi bölümlere şöyle bir göz atıp geçmek, yeri geldiğinde altını çizerek okumak, zorlandığımızda bırakmak, acaba sonu nasıl bitiyor diye sabırsızlıkla son sayfalara göz atmak okumanın doğası gereğidir. Okuma eylemi, bir yünüyle hayatın bir parçasıyken, çok katmanlı ve sıçramalı oluşu nedeniyle de yaşanan anların tekrar edilemezliği bakımından hayattaki süreçlerden belirgin bir biçimde ayrılır. Okuma uğraşının bu yönüne Orhan Pamuk, Sessiz Ev’de şöyle değinir: “Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karmaşık olursa olsun, o kitap, bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin.”