Yürümek
Rahat-sız

Yürümek

Anıl Çetinel Örselli

Düşünce, yaratım ve yeniden inşa üzerine…

Kierkegaard’ın “Kahkaha Benden Yana” eserinden bir aforizma ile başlayalım biz de yürüyüşümüze. “Her şeyden yürüyerek uzaklaşabilirim”

 

Yürümenin kendine has bir felsefesi; sanatsal yaratım, doğayla uyumlanma, kendini izole etme ve yeniden inşa sürecine katkısı var elbet. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. Kalmamalıdır da zaten. Dünya, fikirler kadar yollar da sunar yürümek isteyene.

 

Kadim bir gelenek: Yürümek

 

Raffaello “Atina Okulu” tablosunda antik felsefecileri şöyle resmeder: İşaret parmağı önde, emin adımlarla dimdik yürüyen bir adam. Bu tabloda tasvir edilene uygun biçimde, Sokrates’in hiç yerinde duramadığı, insanlarla konuşmak amacıyla bilhassa pazar yerlerinde, halka açık meydanlarda, stadyum civarlarında dolaştığı bilinir.   Gerçek anlamda yürüyüşçü olarak kabul edilenler ise Yunan bilgeleri kiniklerdir. Her daim başıboş ve aylak, şehirden şehre, meydandan meydana… Hep yoldaydılar.  Bir ellerinde sağlam bir sopa, omuzlarında koruyucu bir örtü, diğer ellerinde içine girip uyudukları çatı vazifesi gören kalın bir harmani ve yanlarında da heybeleri olurdu.

 

Kinik felsefe, yürüyüşçüyle,  “hiçbir yerde kök salmama” haliyle benzeşir. Bütün keşif ve sevinçleri sadece açık bir zihinle yürüyerek tecrübe etme düsturuyla hareket ederler.  Kinikler için sınır mevhumu yoktur, dünya vatandaşıdır o, çünkü yürüyebildiği her yer onun evidir. Yürüyen kraldır, dünya da onun krallığı. Yürümek bu açıdan özgürlüktür, bütün kadim bilgeliklere iyi bir girizgahtır.

Kenti özümsemek için Yürümek

 

Kentli aylak gezginler -yani benim gibi- “flanörler” doğada yürür gibi davranamazlar elbette. O kesintili ve düzensiz ritimlerinde sokakları arşınlarken yine de kalabalıkların içinde yollarını bulurlar. Kentin kendine has akıntısı içindeki bu insan yığını, kendisini oluşturan her bireye düşmanca davranır üstelik. Telaş içindeki insanlar diğerlerinin yoluna çıkar, kalabalık “ötekini” hemen bir rakibe dönüştürür. Bu kalabalık; büyük gösterilerdeki, beraberce hak arayan insanların, destansı halk tabakasının oluşturduğu kolektif enerjinin fazlalığı da değildir üstelik, hareket özgürlüğü bağlamında çıkar çatışmaları olan bireylerin toplamından oluşan bir yığındır bu. Kimsenin kimseyle gerçekten tanışmadığı ve hepsini tanımanın sayısal olarak da pek mümkün olmadığı birbirine benzer yüzler… Flanör ise uyumsuzdur, onu anonim kitleden dışlamadan ya da uzağa koymadan soyutlayıp kendi içinde tekilleştiren kati bir uyumsuzluktur bu. Faydasız demek mümkün müdür Flanör için? Görünürde hiçbir şey yapmayabilir ama her şeyin izini sürer, gözlemler, zihni hep tetiktedir. Flanör dediğin, bir anlamda kenttteki yalnızlığa, hıza, çıkarcılığa inat; kenti yeniden mitleştirirerek, yeni değerler keşfederek, kentsel gösterinin edebi yüzeyini araştırarak, çarpışmaları ve karşılaşmaları yakalayarak, zihnine kazıdığı görüntülerden mürekkep bir akış yaratabilir.

Yaratıcı tarafımızla buluşmak için Yürümek

 

Nietzsche yorulmak bilmeyen, esaslı bir yürüyüşçüydü misal. Yürümek onun yazarlığının da değişmez refakatçisiydi. Günde sekiz saat yalnız başına yürüyerek hayal kurar, keşfeder, kendinden geçer, buldukları karşısında korkar, altüst olur ve aklına gelen fikirlere kapılırdı. Nietzsche; Gezgin ve Gölgesi, Tan Kızıllığı, Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine, Şen Bilim, İyinin ve Kötünün Ötesinde ve, Böyle Söyledi Zerdüşt gibi en önemli eserlerini bu şekilde yazdı. Keşiş oldu, gezgin oldu, münzevi oldu.

 

Belki yazarlar sadece zihinleriyle sonra elleriyle yazar evet ama Nietzsche’ye göre ayak işitmektedir. Zerdüşt’ün ikinci “dans şarkısı”nda bunu şöyle ifade etmiştir: “Ayak parmaklarım dinlemek için dikiliyorlar çünkü bir dansçının kulakları ayak parmaklarındadır”.

 

Nietzsche, Thoreau, Rousseau, Rimbaud ve daha birçokları yalnız yürürler. Hayatı boyunca bıkıp usanmadan kentten kente yürüyen Rimbaud “Sadece bir yayayım ben” der. Bu “sadece”nin derinliğinde yaratım sürecinin sancısının ayak sesleri duyulmaktadır.

 

“Yalnız gezer” olarak bilinen Rousseau, sadece yürürken gerçek anlamda düşünebildiğini, aklını toparlayabildiğini, yaratabildiğini ve esin bulabildiğini söyler. O kendi kimliğini keşfetmek, maskelerin ağırlığından kurtulmak, dünyayla ve dünyanın dehşetleriyle bağını koparmak, yalnızlıkla arınmak, ilahi kaderine hazırlanmak için değil, ilk çağa ait o ilkel insanı kendi içinde bulmak için yürür. Değişimleri ve mücadeleleriyle birlikte koca insanlık tarihini istikrarlı ve baş döndürücü bir düşüş olarak görür. Asıl hayvan kötülük ve hasetten çatlayan, nazik ve riyakâr medeni insandır. Asıl orman ise adaletsizlik ve şiddet, eşitsizlik ve sefalet dolu toplumsal dünya ile polis gücü ve ordularıyla devletlerdir ona göre.

 

Sisteme ve toplumsal baskıya inat, “var olmak” için Yürümek

 

İnsanın gönüllülük kisvesi altında plastik kelepçelerle sürdürdüğü gündelik yaşamında, kısa yürüyüşler elbet geçici bir “kesinti”ye izin verir.  Bu korkunç sarmaldan anlık da olsa kaçışlar, ıssız yolları adımlayarak kısa süreliğine sistemin dışına çıkmayı tecrübe ettirir bize. Gelgelelim bağlarını mevcut düzenle bütünüyle koparmaya da karar verebilir insan. Baskılardan, dört duvarın uyuşturan güvenliğinden, aynının sıkıcılığından, tekrarın yıpratıcılığından kurtulmak…

 

“Biri olmak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete toplantılarında ya da terapi seanslarında iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır. Bu özgürlük, bir düşün farkına varmamızı sağlar: çürümüş, kirlenmiş, yabancılaştıran, içler acısı bir medeniyeti reddetmenin ifadesi olarak yürümek.”

 

Türk Edebiyatı’nın büyük ustalarından Sevgi Soysal, “Venüslü Kadınların Serüvenleri – TRT Günleri” isimli kitabında “Yürümek” hakkında ne diyor bakalım:

 

“Seviyordum yürümek sözcüğünü; ilerlemeyi, değişimi durdurulmaz oluşumları gözlemeyi. Kavradıklarını, belki özümleme zorluğundan, kusanlardandım; oturmuş, ufak bir roman yazmıştım. Her attığı adımı ilerlemek sanan, bu nedenle biraz erken ve çabuk yorulan bir kadının, yanlışlara yanlış ad koya koya vardığı labirent içinde, duyduğu kaçınılmaz bunalımları, belirli ve sağlıklı kurallar içinde değişen doğayı, sağlam durumlar ortasındaki bireysel çırpınışların anlamsızlığını, o zamanlar bildiğimi ve anlatmak istediğim daha birkaç şeyi sığdırmıştım bu kitaba, sığdırmak istemiştim. Elâ’nın onu bıraktığım yürümek noktasında, ilerlemenin gerçek anlamını kavrayacağını umarak.”

 

Sevgi Soysal’ın Tutkulu Perçem isimli kitabında da özellikle karakterlerin yürüyüşleri, çıkıp gitmeleri, dolaşmaları, tepelere çıkma eylemleri; sisteme aykırı bir ses üretme, özgürlürleşme ve arınma hisleriyle birlikte sunulur. Karakterlerin hissettiği huzursuzluk, isyan ve yorgunluk onun yerinde duramamasına, kalkıp gitmesine, “yürümelerine” yol açar. Bu varoluşsal huzursuzlukla yüzleşmeye ve huzursuzluğu aşmaya imkân sağlayan, bir çıkış yolu olan eylem “yürümektir”.

 

Peki biz neden yürü(mü)yoruz?

Niçin “öylesine” dahi olsa yürümüyoruz?

Belki de beyhude koştuğumuz içindir sistemin labirentinde

ya da

“varmak” tır tek derdimiz!