Yüzünde Bir Çırpınıştır O Saatler / Anlamsızlık Saati
Kitap İncelemeleri

Yüzünde Bir Çırpınıştır O Saatler / Anlamsızlık Saati

Mazlum Çetinkaya

Bugün de çiçekanne oldun, rüzgâr vurunca sessizce eğilip sırtından rüzgâra doğru hayata yol veren bir anne.

“Tehlike” sözcüğünün asıl anlamını öğrendiğimde on yedi yaşındaydım. (syf:4)

Bizim burada Anlamsızlık Saati, çok erken başlıyor işte, tehlikeler de…

 

Tehlike sözcüğünü ben çok küçükken duymuştum, sanırım doğudan batıya gidildikçe tehlikenin yaşı da büyüyor. Bizim buralarda tehlike, biz çocukken başlıyor. Küçüktüm, yedi yaşındaydım, kuru bir fasulye tanesi boğazına kaçmıştı arkadaşım Hasan’ın, o çırpınışları ve gözlerinin yavaş yavaş kayboluşuyla öğrenmiştim tehlikeyi.

 

Kuru otların arasından huşşş diyen bir sesten duymuştum bir de, bir yılandan, üç gün uykuma giren bir boz yılandan öğrenmiştim, kapı seslerinden bir de; açın, kim varsa elleri başı üstünden dışarı çıksın dediklerinde, ilkokula gidiyordum, anadilimle vedalaştığım yıllardı. Korku, o yıllarda büyüyordu burada, biraz hafif eğilimliydi doğu, şimdi de eğiminden bir şey değişmedi Işılanne.

 

Elimde Anlamsızlık Saati, açıyorum “Bir ‘yer’ değil burası…” diyor.

“Evimiz diyeceğim, annem yüzüme bakıyor.” Hep yüzümüze bakmaz mıydı, büyüsek de, bazılarımız şansızdık, büyümedik hiç, öylece kalakaldık hayatın eşiğinde, başımızı ellerimizin arasına alıp dünyaya diz çöktük.

Ekmeğin bölüşüleceği sabaha dek uzak rüyalar görüyoruz. Uzak, çok uzak. (syf:47)

Yakını, yakının acısını, kendinin ahlarını vahlarını hatırlayamayanların uzak demesiyle, kendini hatırlayanların “uzak” demesi arasında dağlar vardır!

Sen ne güzel de “uzak” demişsin, sanırım “uzak” bu kadar yakın olmamıştı bana senin o saatinden, Anlamsızlık Saati’nden önce.

Suriyeli küçük kız Bediah, ah ki nasıl da, ah hikayesi gibi, tam da bugünlerde İran’da bir kötülüğün yanışına gidiyor aklım, kötülük abidesinin yanışına, Mahsa Amini’nin saçlarındaki örgüye, bir saç örgüsünün kötülük boğuşunu yakışına…

İşte Işılanne, iki kere gördüm seni rüyamda, ilkinde bir ağaca sarılıyordun, gülüyordun, kırk yıllık yarayı iyileştirir gibi.

İkincisinde de bir Anlamsızlık Saati’ndeyiz, durmadan koşuyoruz, çok kalabalık, yalnız bir kalabalık ama, sen, ipince olmuşsun gibi, kaybettiğimiz bir şeyi arıyoruz:

Dertkovan susmuş, hayatı kazıyorsun beyaz taşlar çıkıyor, “Yığ beni koynuna” diyorsun, “Yerine konan her parça geçmişi kanatır… Geceleri sus bana. Gündüzleri seveyim. …”

İşte böyle bir rüyanın içinden geçiyordum son kere.

Çocukluğuma gittim, huşşş sesine, bir Yılantaşı’yla.

İşte burada dertkovanlar biraz geç uyanıyor, ama olsun kimsenin ahı kimsede kalmıyor.

Böyle bir hikâye Anlamsızlık Saati, böyle gitmekli, uzak düşünürken senin içine uğradığın, sesine uyandığın hikâyeler.

Dertkovan, dertseven, dertgitmeyen ama sırtını dünyaya; dünyanın güzelliklerine, bir kaya parçasına, bir denizin ıssızlığına, bir rüzgâra bükülen doğrulan anlamsızlık, içi anlam dolu…

Ben öyle demiştim birinde sana, gelirsem babaanne gözkapaklarımı öp!

Sabah uyandım, bu sabah, rüya ve hikâyen arasında gidip geldim.

Koşmakla kaçmak arasında yaşarmış insan, koşmakla ürkmek arasında susarmış sözcükler.

Yerine koyduğumuz her parça geçmişimiz, kanatıyor her sözcük, derimizden geçiyor sanki iğne iplik.

Sen denizin yalnızlığını kokluyorsun, ben de dağ’ın.

Şimdi bir “dağın ağacına” uğruyorum, yalnızlık mı acılarımı doğuruyor yoksa yaşadıklarım mı acılarıma eşlik ediyor, bilmiyorum!

Elime acıdan bir diken batıyor, acaba orada dikenler nasıl, huşşş diye bir kalbe uğruyorlar mı?

Gitmeye beş kala, sen Tire’de bir banka oturmuşsundur, başın önde, betondan bir dünyaya gömülmüşsündür belki ve dünyanın başka bir yerinden insanlar yalnızlıklarına bakıp saatlerini kuruyorlardır, anlamsızlık saatlerini…

Ağzında bir kamış parçasıyla yedisinde bir çocuk dağın çekirdeğini üflüyor yüzüme.

Bir daha bu rüyalardan uyanma, diyor.

Sen orada başını kaldırıyorsun gökyüzüne, gökyüzü Işıl Madak’ın yüzüne Anlamsızlık Saati oluyor.