Önemli işler peşindeydik. Oyuna daldıktan sonra tüm dünyamız oyun alanından ibaret hâle gelirdi. Ne kuşların sesi ne arada bir şeyler satmaya çalışan seyyar satıcılar işitilirdi. Varsa yoksa kendi kendimize konuşmalarımızdı havada uçuşan. Kendimizi kaptırdığımızda başına tülbent sarılı başlar görürdük. İster istemez haykırırcasına bağırışlara dönerdik, sonra yeniden o önemli işlerimize devam ederdik.
Paslı çivileri saplayacak ve rakiplerimizin çizdiğimiz sınırların dışına çıkmasına engel olarak kendimiz hedefe varacaktık. En dar koridorları yapabilmek için doğru yerlere saplanmalıydı çiviler. Başardığımızda emekçiler gibi kolumuzla alnımızdaki terleri siler saplayamadığımızda ne küfürler ederdik. Anın heyecanına yenik düşer ve talihsizliğimiz üst üste geldiğinde bir de küfürlerimiz için zılgıtı yer ama hırsımızın peşinde devam ederdik. Hava kararmaya başlayıp toprak fark edilmez olduğunda çivilerimizi ceplerimize atıp elektrik direğinin oraya koşar ve topla oynamaya başlardık. Görenler sanki hırsımızı bu kez toptan aldığımızı düşünürdü. Ya bir cam çerçeve sebebiyle ya da pencerelerden yükselen ve adeta isimlerimizi ezberletme çabası gibi duran seslenmelerle kan ter içinde evlerin yolunu tutardık.
Gazetelerin evrile çevrile okunduğu, akşamları arkası yarınların topluca dinlendiği, bazı evlere yeni girmiş televizyonların önünde saygıyla oturulması gerektiği düşünülen günlerdi. En çok da arkadaşlarımızın bize ya da bizim onların evlerine yaptığımız komşu ziyaretleriydi bizi sevindiren. Bize ayrılan küçük mekanlarda bu kez sessizce haylazlık yapma becerileri geliştirme derdine düşerdik. Hararetle konuşmalarının kesilmesine de radyo veya televizyon sesini bastırmamıza da razı olmayacaklarının farkındaydık çünkü. Arada kendimizi kaptırdığımızda misafir, ev sahibi demeden hemen sessizlik hapishanesine gönderilmiş tutuklular gibi azarlanırdık. Dar alanlarda kısa paslaşmaları öğrenmiştik böylece.
Misketler, gazoz kapakları ve şişelerle de ne çok oyunlar oynadık. Ne çok topaç parçalamıştık daha hızlı dönsünler diye. Birbirimizin topaçlarını durdurmak için daha sert uçlu topaçlarımız olmasını ne kadar da çok arzu ederdik. Taşla ezer sıkıştırmaya çalışırdık bazen de uçlarını. Attığımız her topacı kırabilelim diye.
Hayat oyun olarak devam etseydi dedik sonra ara ara kendi aramızdaki konuşmalarımızda. Sınıflarımız bir bir artarken oyunlarımız azalmıştı. Okumayanlarımız ise girdikleri işlerden öyle yorgun argın geliyorlardı ki, o uzun yaz günlerinde dinlenmekten sokağa adım atmak istemiyorlardı.
İş güç arayışlarımız, evlilik telaşlarımız, geçinmek gibi gündemlerimiz oldu zamanla. Önce anne ve babalarımızın telaşları ve sevinçleri arasında bize düşen hep tatlı tarafları oldu ve gün geldi bizler de anladık bütçe denen şeyi ve ay başını getirmenin ne demek olduğunu. Yine de mahalleden komşularla yakın akrabalarla her şey daha da kolay oluyordu sanki. Ya da bize öyle geliyordu kim bilir?
Önce toprak alanlar azaldı, binalar birbirine yaklaştı ve adeta bizim arkadaşlarımız yol alamasınlar diye daralttığımız yollar gibi binaların arasından geçilmez oldu. Araçlara park yeri bulmak mümkün olmadı sonra ve insanlar birdirbir oynar gibi araç aralarından yürüme becerisi geliştirmek zorunda kaldılar. Mahallenin sıcaklığı sitenin donukluğuna teslim olmuştu. Sitelerde çimlere basmak yasaktı ve çivilerle oynayabilecek alan da yoktu. Zaten çocukların artık ekranlı oyuncakları olmuştu.
İki oğlumuz olmuştu bizim de. Biri on yaşında diğeri altı. Artık tek ekranla yetinmeleri mümkün değildi ve hem odalarda hem de ellerimizdeki ekran sayılarını çoğaltmıştık. Yeni bir siteye taşınmalıydık. Öyle demişti hanım. Çocukların daha nezih bir ortamda büyümeleri gerekiyormuş. Tuttuk tabii ki hanımın sözünü. Sakladığım birkaç oyuncağım olduğunu o zaman hatırlamış oldum ben de. Hanım kutuyu bana uzattı. Eşyaları yerleştirirken epey yorulmuştum. Oturdum koltuğa ve kutuya göz gezdirdim.
O anda yere düşen paslı çiviyi fark etti hanım. “ne kadar da paslanmış, ne işi var senin oyuncakların arasında bunun” diye. Biraz da hiddetliydi sesi. O da çok yoruldu dedim içimden ve sakince; “onunla ne anılarım var bi bilsen” dedim sadece. Sakinlik işe yaramıştı ya da o da zaten epey yorgun olduğu için aldırış etmedi ve ters bir şey de söylemedi. Sonra nasılsa; “versene onu bana” dedi. “Geçen gün sosyal medyada görmüştüm bitkilerin toprağına paslı çivi sokun faydasını görürsünüz diye bir şey karşıma çıkmıştı. Şu devetabanı saksısına koyayım onu da yaprakların canlanması için bakarsın faydalı olur” diye istedi. “Emin misin?” dedim ve verdim oyuncağımı. Sonra kutuyu açıp incelemeye daldım. O ara açık olan televizyon ekranından; “çok sayıda gıda ürününde olmaması gereken içerikler tespit edildi ve bakanlığın bu ayki kara listesinde ifşa edildi”, duyuldu.
“Ne kadar dikkat edersen et, şaşırdım doğrusu ne yedirdikleri belli değil!” diye çıkıştı hanım. Demek sadece ben duymamışım televizyon ekranından salona dökülen bu cümleyi. “Al benden de o kadar, nereye baksak, neyi tutsak elimizde kalıyor” diye karşılık verdim ben de. Taşımacıların zarar verdikleri sehpaya karşılık ne kadar da rahat bir tavırla; “ne var abi çok mu önemli ki” diye nerdeyse çıkışmaları aklıma geldi. Hırsızlık arsızlık, rüşvet gibi konular adeta günün rutini haberler olmuştu. Şiddet, çevreyi tahrip eden davranışlar, işyerlerinde mobbingler olmazsa olmazlar arasına yazılmışlardı. Bunlar duyulmasa sanki hayat normal değil diyecek hale gelmiştik. Üstelik çocukları saran akran zorbalıkları da işin cabası olarak yaşanmaktaydı adeta. Ekrandan öğrendiklerini uygulamak zorunda mı hissediyorlardı kendilerini yoksa evlerinde veya çevrelerinde gördüklerini uygulamaya mı geçiriyorlardı? Uzmanlar ne kadar uzun uzadıya yorumlar yapıyor, ekran vaizleri hemen her gün laf ebeliklerine devam ediyordu. Ama bütün bu her şey açık seçik birlikte olmaya devam ediyordu.
Bir şeyler buharlaşmıştı. Oysa ne kadar da betonla dolmuştu etraf. Yağmurlar azaldığına göre bu buharlaşmaya sebep olan ne olabilirdi ki?
Hanım mutfağa geçmiş ben de oyuncak kutusunu karıştırmaya devam ediyordum. Çocukluğuma yolculuk gibiydi o anda beni saran.
O kadar yorgun ve geç gelmiştim ki o akşam eve, bir yandan annem yine terlemiş üstüme bakacak ve azarlayacak diye korkarken bir yandan babamın dikkatle televizyona baktığını gördüğümde hızlıca banyoya koşmuştum. Neyse ki annem sofrayı hazırlamakla meşguldü.
Elime yüzüme suyu vururken üstüm ıslanmıştı. Bu kez de bunun için azar işitebilirdim. Hemen üstümdekini çıkarıp yatağın kenarına kuruması için bırakmış pijamalarımı giyip tam zamanında işine yetişen bir çalışan gibi annemin yanında dikilmiştim. Yeni yıkandığı için annem gibi mis kokulu pijama bana annemin yanaklarından öpmem gerektiğini hatırlatmıştı. Fırsat bu fırsat kondurmuştum öpücüğü. “Hadi ordan hınzır” dedi. Bu sevgisinin ifadesiydi, biliyordum çünkü. Aynı zamanda gözümden bir şey kaçmaz demekti bu ifade. Eee ben de o kadar anne dilini öğrenmiştim yani.
Elime tutuşturduğu tencereyi sofraya götürürken; “çivisi çıktı her şeyin” diye söylendiğini işittim babamın. Radyodan haberleri dinliyordu. Artık ne işittiyse!
Biraz daha sesini açmıştı televizyonun hanım. Çocukluğumdan geri gelmeme sebep oldu artan ses. “Girdi maliyetleri artacak diye biz de kâr-zarar dengemizi gözetmek zorundayız. Bu sebeple belli aralıklarla zam yapmak zorundayız” diyordu mikrofona konuşan bir esnaf. Sonra bazı tüccarlar da konuştu, birkaç işletme yöneticisi de nerdeyse fotokopide çoğaltılmış benzer sözleri söylediler. “Olmamış bir şeye göre fiyatları artırmak ne kadar ahlaki?” diye sormuş hanım. Başka bir alemdeymişim demek, duymadım. Kızarak baktı, tekrarlamak da işine gelmedi. “Haa” diye döndüm hanıma. Tekrar oyuncak kutuma dalmıştım çünkü. “Neyse yok bir şey” dedi, belli çok kızmıştı. Ben yine kutumla baş başa kalmıştım.
O akşam babam masada demişti ki; Şu çivisi çıkmış dünyada yaşamak her gün daha da zorlaşıyor hanım”.
Sesler miydi karışan, zihnim mi? Zaman mı birbirine geçmişti yoksa rüya mıydı yaşadığım?
O anda kulaklarımda yankılanan karımın söylediği olamazdı tabii ki: “Çivilerle ne kadar da daraltmışız birbirimizi!”.
“Hadi yemek hazır, sofraya geçelim” diye seslendi karım mutfaktan. Peşinden de çocuklarımızın isimlerini sırayla ikişer üçer kez aralıklı tekrar ederek masaya davet merasimini tamamladı.
Evdeydim. Yeni taşındığımız, site içinde, toprakla temas edemediğimiz, etrafımızı betonların sardığı. İçtenliğin yerini mekanik ses ve görüntülerin aldığı, ahlaksızlığın ve hırsızlığın dürüstlük olarak desteklendiği, haksızlıkların günlük rutine dönüştüğü. Zayıfların görmezden gelindiği, gösteriş ve şöhretin el üstünde tutulup sadelik ve doğruluğun al aşağı edildiği. Haklının haksız, haksızın haklıya dönüştürüldüğü dünyanın birbirine benzer köşelerinden birinde.
“Paslı bir çivinin bile işe yaradığı dünyayı ayakta tutacak çiviler de sökülmemiş olsa ne iyi olurdu!” Hemen ardından bir ses yankılandı: “sakladığım paslı çivi saksıdaki çiçeği ayakta tutabilecek mi acaba?”.
Neydi bu, babam mıydı konuşan yoksa ben miydim? Dalmışım demek, karım ve çocuklar şaşırmıştı haklı olarak. Özellikle hanım biraz da endişeyle baktı yüzüme. Tebessüm ettim, yok bir şey anlamında.
Çocukların en sevdiği yemek kokuları hepimizi sarmalamıştı.
