Gülser Kut Arat ile Meliha Yıldırım Söyleşisi
Söyleşi

Gülser Kut Arat ile Meliha Yıldırım Söyleşisi

Meliha Yıldırım

  • Yazar Gülser Kut Arat’la ilk öykü kitabı Kıran Yeli hakkında konuşacağız. Mythos Kitap’tan Temmuz 2024’te raflarda yerini alan kitap, yakın tarihimize yapılan bir yolculuğa davet ediyor okuyucuyu.Öykülerin ortaya çıkış süreçlerini odağa alarak soracak olursam bu hazırlık ne kadar sürdü, neden siyasi dönemle ilgili öyküler yazmayı, onlar üzerinde çalışmayı istedin? Yıllar sonra sende bunu tetikleyen ne oldu?

     

    • Ben 1978 kuşağından geliyorum. O dönemi çok yoğun yaşamış, tanıklık etmiş biri olarak hep içimdeydi. Bu dönem hakkında çok şeyler söylendi ve yazıldı.2013’te başlayan gezi olayları içimde bir yerde suskunluğa gömülmüş duygularımın canlanmasına, sonunda isyan edip ortaya çıkmasına neden oldu, diyebilirim. Kendi karanlığımda yıllardır yaşıyordum. Bir şekilde bu ortaya çıkacaktı, bunu seziyordum. Yazma atölyesine başlamamla birlikte doruk noktasına ulaştı. Y ve Z kuşağı bu olaylara pek ilgili görünmüyordu. Yeniden anlatılsın, bilinsin istedim. Biz 78 kuşağının son temsilcileriyiz. Bir kez daha anımsansın, diyerek yola koyuldum. İki yıl süren bir çalışmanın ardından Kıran Yeli ortaya çıktı.

     

    Kıran Yeli kitabınızla, Muratpaşa Belediyesi’nin düzenlediği 9.Antalya Edebiyat Günleri’nde

    En İyi İlk Öykü Kitabı Ödülünü aldınız. Sizi kutluyorum öncelikle. Bu ödülle ilgili duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

    • Muratpaşa Belediyesi, Şair Ferruh Tunç’un Genel Sanat Yönetmenliğini üstlendiği muhteşem bir organizasyon hazırlamış. Bu yılki tema “Akdeniz ve Barış”’tı. Bizler de Akdeniz olduk, Akdeniz’lendik. Değerli yazarlar ve akademisyenlerle panel ve söyleşilerde ortak alanda buluşmak keyifli ve doyurucuydu. Bu etkinliğin bu derece başarılı olmasında kendisi de bir yazar olan Başkan Ümit Uysal’ın payı çok büyük sanıyorum. Tabi ki duyunca çok heyecanlandım. İtici bir güç olması bir yana emeğinizin karşılık bulması insanı çok mutlu kılıyor, onore ediyor. Günümüzde insanların birbirini değersiz kılmak için elinden geleni yaptığını görüyoruz. Toplumun her kesiminde bu değersizleştirmeye tanıklık ediyoruz. Bu yüzden olsa gerek, yalnız olmadığımı hissettirdiği için çok mutlu oldum. Bu ödül; belki klişe bir cevap olacak ama üstünüze bir sorumluluk da yüklüyor. Sonuçta bu ödül için diyebileceğim tek şey mutluyum hem de çok mutluyum. Sorunuz için de ayrıca çok teşekkür ederim.

     

    Kıran Yeli kitabındaki öykülerde siyasi olaylara katılan erkekler kadar kadınları da görüyoruz. Okulda, cezaevinde, sokaklarda kadınlar her yerde. Pankart asıyor, duvarlara yazı yazıyor. Sahi öyle miydi gerçekte de? Bu hareket aslında kadınlar için sıkışmışlıktan bir çıkış noktası mıydı yoksa sadece ideolojik kaygılarla mı mücadele veriliyordu? Sol örgütler içinde kadının durumu nasıldı?

    • 68’in getirdiği rüzgârla birlikte, on yıl ve sonrasında ideolojik mücadele hızlanmıştı. Kadın ve erkek omuz omuza mücadele ediyordu. Evet, gece yazıya çıkıyor, pankart asıyor, bildiri dağıtılıyordu. Daha iyi, daha insanca yaşamanın mümkün olabileceğini gören bu kuşak hiç yılmadı. Yalnız şöyle bir algı vardı. Feminizm biliniyordu ancak burjuva bakış açısı olarak değerlendiriliyordu. İnsanın kurtuluşuyla zaten kadının kurtuluşu da gerçekleşecekti. Kendi adıma ben de öyle düşünüyordum. Öyle olmadığını yıllar içinde görecektim. Kadının adı burada da çok azdı. Aynı bakış açısı devam ediyordu ne yazık ki. Çok az olsa da istisnai durumlar söz konusuydu.

     

    Bu kitapta beni büyüleyen üç ayrı konu var. Birincisi içine silah saklanılan o döküm soba. İkincisi Ankara’da Gazi Mahallesi’nin, Güven Park’ın 70’li yıllarının kendine has gizli büyüsü. Üçüncüsü de 12 Eylül darbesi öncesinde olaylara karışan kadınlar, politik mahalli olaylar, yargılamalar, işkenceler…

    Şakir Zümre Sobası o yılları işaret eden güçlü bir metafor. Şakir Zümre adı nereden geliyor?

    • Evet, benim de çok severek yazdığım öykülerden biri. 1970’liyıllar sobalı yıllardı. Her evde kalorifer mevcut değildi. Ben bir memur çocuğuyum. Bizim de üzerinde Şakir Zümre yazan bir döküm sobamız vardı. Sonbaharda kış hazırlıklarında sobalar boyanırdı. Bizimki gümüş rengi metal bir sobaydı. Buradan yola çıkarak Şakir Zümre sobası hakkında biraz bilgi vermek isterim: Mustafa Kemal Atatürk 1915 yılında Bulgar kralının verdiği resepsiyonda Varna Valisi Şakir Zümre ile tanışır. 1920 yılında Sofya’da bulunan Şakir Zümre’ye bir telgraf ulaşır. Mustafa Kemal Millî Mücadeleye destek için silah temin etmesini ister ondan. Mühimmatı temin eden Şakir Zümre’ye, birkaç ay sonra bir haber daha ulaşır. Destek için teşekkür eden Mustafa Kemal bu kez kendi mühimmatını üretmesi için Bulgaristan’dan silah üretimi konusunda teknik ekip ister. Şakir Zümre bu isteği de yerine getirir. Aralık 1923’te Meclis tarafından İstiklal madalyası ile ödüllendirilen Şakir Zümre Ankara’ya davet edilir. 1925 yılında İstanbul’da Haliç kenarında “Türk Sanayi Harbiye ve Madeniye” fabrikasını açarak silah mühimmatları üretmeye başlar. 1940’ların sonunda Marshall yardımları gelmeye başlayınca Milli Silah üretimine karşı çıkılarak, “eski püskü silahları bize vermekteydi,” diye söylenir. Şakir Zümre silahları alacak kimseyi bulamayınca maaşları ödeyemez duruma gelir. Çaresiz kalınca bomba fabrikasını soba fabrikasına çevirmek zorunda kalır ve 1966 yılında ölür. Dört yıl zor dayanan fabrikanın 1970 yılında kapısına kilit vurulur. Böylesine üzücü, vefasız bir hikâye var arkasında. Evet, öyküde de zorbalığa, otokrasiye karşı duran, örgütlü mücadeleye inanan, bu uğurda her şeyi göze alan bir karakter var.

     

    Öykülerin alt metnine indiğimizde genel olarak değerleri sorgulamak, kabul etmemek, kurallara ve tahakküme karşı durabilme cesaretinde bulunmak, diyebilir miyiz bu yaşanılanlar için?

    • O dönemde 68’in rüzgârıyla bütün dünyada yeni bir dünya düzenine olan inanç söz konusuydu. Daha insanca yaşayabilmenin umudu vardı. Umut ve inanç birbirini tamamlayan müthiş yol göstericiydi. Evet! tahakküme, zorbalığa geçit vermeyecek bir dünya düşleniyordu. Herkes kararlıydı. O yılları özlemle ancak acıyla anımsıyorum. Acıların çağı bitti mi? Asla, günümüzde katmerlenmiş bir biçimde sürüyor.

     

    Bildiğin şeyi yazmak, bunu modern edebiyata taşıma isteği duymak. Flashback-geriye dönüşlerle- yapıyorsun bunu öykülerinde. İki dönemi de yaşatıyorsun okura. Dolayısıyla öyküleri kurgularken neyi nasıl anlatman konusunda bir kaygı taşıdın mı yazarken? Çünkü bilinen bir dönemi anlatmak kolay değildir. Acaba bunları anlatırken doğru aktaramama kaygısı yaşadın mı?

    • Bize atölyelerde en iyi bildiğin şeyi yaz, diye sürekli öğüt veriliyordu. Aslında bu dönem üzerine çok şey söylendi ve yazıldı. Bu noktada biraz tereddüt etmedim desem yalan olur. Öykülerin tamamı benim bizzat yaşadığım olaylar değildi. Yakın çevremden dinlediklerim, duyduklarımdı. Biz öldükten sonra tanıklıklar bitecek, sona erecek ne yazık ki. Bir kez de benim bakış açımdan okusunlar istedim. Özellikle genç okuyucularımın okumasını çok isterim. Günümüzden geriye dönüşlerle bazen iç monolog bazen de bilinç akışı kullanmak suretiyle öykülerimi kotardım. Edebiyatı bir dönem içinde göstermeyi çok seviyor ve gerçekçi buluyorum. Bazı insanlar “ben siyasetle ilgilenmiyorum,” deyip kenara çekiliyor. Siyasetle ilgilenmek yaşamın her alanında aktif rol almak değildir. Siyaset hayatın içinde, onu görmezden gelemezsiniz. Bu sadece kendinizi kandırmak olur. Doğru aktaramama kaygısı hiç taşımadım. Yazım biçimlerinde farklılıklar denedim.

 

Şekilcilik kadınları sınırlıyor muydu? Platin Rengi Boyalı Saçlarına Baktı öyküsü tam da böyle bir öykü. Günümüz kadınının kapitalizmin getirdiği konfor ile geçmişteki sosyalist kimliği arasında sıkışıp kalması hakkında ne düşünüyorsun?

  • Şekilcilik kadınları sınırlıyordu. Burjuva kadın gibi olmak düşüncesi bizi rahatsız ediyordu. Makyaj, uzun ve ojeli tırnaklar çok itici geliyordu. Kızlar etek hiç giymiyordu. O zaman da var olan kot pantolon, fitilli kadife pantolon, anorak, postal görünümlü botlar revaçtaydı. Çok renk tercih edilmiyordu. Saçların platin rengi olması asla düşünülemezdi. 68 kuşağı kadınları daha şık görünüyor. Fotolarda döpiyes, etek ve ceket hâkim. Bir dönem sadece siyah giydiğimi anımsıyorum. Kurallara uymayan arkadaşlar uyarılırdı. Ya da dolaylı bir şekilde mesaj verilirdi onlara. Uzun yıllardır renkli giyiniyorum ve çok seviyorum.

 

Bir akış var öykülerinde, sıcak yaşanmışlıklar var ve bu akışta kaybolmamaya çalışan bireyleri, her türden iktidarla mücadeleyi okuyoruz, sadece siyasi iktidar değil kastedilen, ev içinde iktidarı da görüyoruz. Dolayısıyla öykülerin inşasıyla yazılanlar arasında örtüşen bir durum var. Şimdi nasıl görüyorsun geriye dönüp baktığında o dönemi ve dönemin Ankara’sını?

  • Atölyede hepimize şöyle bir soru yöneltilmişti. Neden yazmak istiyorsun? Ben şöyle cevap vermiştim. Faşizmin olduğu her şeye karşı çıkmak istiyorum. Faşizm yaşamın her alanında mevcuttur. Karı-koca, anne-kız, baba-oğul, patron-işçi arasında vardır. Evet faşizme karşıyım, bu anlamda. Bunları göstermek istiyorum. O dönemin Ankara’sı korsan mitingler, dağıtılan bildiriler, grevler, STK örgütlenmesi ve ifade özgürlüğü, sendika başkanlarının, parti genel başkanı gibi ekranda boy göstermeleri bunları anımsıyorum.

 

Bir de şiddetin her türlüsüne karşı olan iki öykün var. Sen Liberalsin ve Onu Vurdum adlı

öykülerin. Okura empati yaptırıyorsun o öykülerde. Onu Vurdum’da hem şiddete karşı olma

hem de bireye verdiği zarar söz konusu. Şiddeti kullanan bireyin içine düştüğü durumu anlatıyorsun. Bu bir ajanın kendi kendisiyle hesaplaşması aynı zamanda.

Örgüt içinde şiddetin uygulanmasını eleştiren öykün ise Sen Liberalsin. Bu iki öykü hakkında ne söylemek istersin?

  • Bir ajanın yıllar sonra kendi kendisiyle hesaplaşması. Öldürdüğü öğrenciyi unutamaz.

Alkole sığınır.  Özel yaşamını da etkiler. İkinci öyküde aynı üniversitede okuyan karşıt

görüşlü bir öğrencinin okuma hakkının elinden alınması. Bunlar hep yaşandı. O

üniversite de hangi görüş hakimse o görüşteki öğrenciler okula devam etti. Diğerleri

eğitim hakkından yararlanamadı. Bu tartışmaya açık bir konu kanaatimce.

 

Geçmişte kalan yıllar ile günümüzde hissettiğin en büyük fark sana göre nedir? Bugünün gençlerini nasıl buluyorsun? Buradan hareketle şimdiki ideoloji uğruna yapılanları nasıl buluyorsun? Bedelini ödeyenler oluyor yine 70’lerdeki gibi. Örneğin gezi olayları, K.Y.K’ dan atılanlar. Benziyor mu o yıllardaki idealist gençlerin direnişine?

  • O yıllardaki gençlerin bir umudu vardı. Günümüzde umut tükenmiş bir durumda. Bu yüzden örgütlü bir mücadele söz konusu değil. Günümüzde bireysel ya da küçük gruplarla hak arama, karşı çıkışlar var. Bu yüzden etkin olamıyor. Güç odaklarının boyunduruğunda fazla bir şey yapılamıyor. Aradaki en büyük fark bu oluyor. Günümüzde bedel ödeme, aynı tek değişmeyen gerçek bu ne yazık ki.

 

Sanat ülkemizde olması gereken yerde mi sence? Çünkü o bizi besleyen damarlardan biri. Biz onu olması gereken yere koyuyor muyuz? Sanatın ve kültürün değersizleştirilmesi hakkında ne söyleyeceksin. Bu biraz da politik nedenler mi yapıldı?

  • Halka ulaşması açısından başarısız buluyorum. Sanatın özü muhalif olmaktır. İşte bu noktada oto sansür devreye giriyor. Bu çok acı verici. Buna rağmen çok başarılı eserler ortaya çıkıyor. Toplum olarak çok az okuyan bir ülkeyiz. Geçenlerde okudum bir yerde %1’lik bir kesim okuyor. Çok çeşitli türde kitaplar basılıyor. Bir çelişki gibi görünüyor. Aslında okumuyoruz. Hep yazmak istiyoruz. İnanın okumak yazmaktan daha kıymetli. Sanat ve sanatçı muhalif olması gerektiği için değer görmüyor. Olması gereken yerde olamıyor. İstediğimiz noktada değiliz ne yazık ki.

 

Senin yazarların dediğimiz kimler var. Kendi yazarlarını nasıl buldun? Öğrencilik yıllarında mı zaman geçtikçe mi onlar senin yazarın oldu?

  • Öğrencilik yılarımda teorik kitaplar ağırlıktaydı. Ancak gizli gizli klasik yazarları okuyordum. O dönem burjuva yazarları okumamız eleştirilirdi. Fransız klasiklerini Rus klasiklerini okumuştum. Neden bilmiyorum İngiliz klasiklerinden uzak kalmıştım. Sonraki dönemlerde o açığımı kapatmaya çalıştım. Thomas Bernhard, Murathan Mungan benim yazarlarım diyebilirim. Bu dönemde en çok Orta Avrupa edebiyatı ilgimi çekiyordu. Magda Szabo, Peter Nadas, Herta Müller, Agota Kristof ve tabi ki tek kitabı Tarçın Dükkanları ile Bruno Schulz.

 

Yazmanın yanında sinemada ilgini çekiyor okuduğumuz öykülerden anladığımız kadarıyla. Sinemaya bu ilgi nasıl gelişti? Kitaptaki öyküleri destekleyen, okura farklı pencereler açan bir durumda öykü içinde anlatılan sinemalar ve belgeseller. Bunlar öyküleri daha derin ve katmanlı bir hale getiriyor. Kendi hayatında sinemanın yeri nasıl? Sinemada etkilendiğin yönetmenler hangileri?

  • Babam sinemayla çok ilgiliydi. Sessiz sinema döneminden Laurel-Hardy ikilisi, Şarlo bizim evin içindeydi. Babam sürekli onun taklitlerini yapardı. Okumaya, sanata önem veren bir ebeveynim olması benim için büyük bir şanstı. Sinemaya gidilirdi. Babam Rüzgâr Gibi Geçti filminin yıllar sonra restore edilmiş haliyle izlememi sağlamıştı. Ankara da Soysal Han’ın bulunduğu yerde Ulus Sineması vardı. İlkokuldaydım o filmi izlediğimde. To Sır With Love filmine götürmüştü babam. Irkçılığa, öteki olmaya karşı çıkış ilk duygularım orada filizlenmişti sanırım. Lise yıllarında babam bir defter verdi. Okuduğum kitapları, izlediğim filmleri not etmemi önermişti. Yıllar içinde bir sürü defterlerim oluştu. Günümüzde ara ara İnternet dergilerine sinema yazıları yazıyorum. Filmi sinemanın o büyülü atmosferinde izlemek müthiş keyifli. Vizyondaki filmleri, festivalleri takip ediyorum. Yönetmen filmlerini takip etmek ise en büyük zevkim. Benim yönetmenlerimin başında İşçi sınıfı filmleri üreten Ken Loach var. Çok yaşlandı ama hâlâ üretiyor. Ona bir şey olacak, diye korkuyorum. Diğer başat yönetmenim Theo Angelopoulos. Selanik kökenli göçmen bir ailenin çocuğu olarak aidiyet duygusu beni çok ilgilendiriyor. Angelopoulos artık aramızda değil ne yazık ki.

İki öykümde sinemayı kullandım. Kitaptaki ilk öykü “Sedef Düğme” izlediğim belgeselin ismi aynı zamanda. İkinci öyküm “Sinemada” adını taşıyor. Okuyucuların geri bildirimini merak ediyorum doğrusu.

 

Tek tip edebiyata doğru mu gidiliyor, aynı kitaplar, benzer atölyelerle. Bu konuda ne düşünüyorsun?

  • Atölyelerin çoğunda tanıtım yazılarında ilk sırada Raymond Carver ve kitabı Katedral yer alıyor. Dikkatimi çok çekiyor. Post modern öyküler ön planda. Carver’ı ben de beğeniyorum. Post modernizm, modernizmin gerçekleştirdikleridir. Görsellikle tanımlanmış uyuşturulmuş başsız ve sonsuz öyküler yer alıyor. “Anlatma, göster!” Raymond Carver öyküsünün ana düşüncesi. Atölyelerin sürekli aynı yazar üstünden gitmesi insanı düşündürüyor. Kendi adıma rahatsızlık duyuyorum. Vahşi kapitalizmin dayatmasına yenik mi düşüyoruz, diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

 

Çok teşekkür ederim Gülser KUT ARAT içten yanıtların için.

  • Bu güzel sorularıyla beni sarıp sarmalayan, Yazar dostum Meliha Yıldırım’a sonsuz teşekkürlerimle.